AHLAK POLİTİK ALANI KURABİLİR Mİ?
Ülkemiz son zamanlarda insanların kendisi ve toplum ile barışık yaşamasını zorlaştıran bir politik söylemin etkisi altındadır.
Bu söylem ve siyasi iktidarın kullandığı ayrıştırıcı dil her geçen gün etkisini artırmaktadır. Bu söyleme karşı toplumun sağduyulu kesimleri siyasi iktidarı ahlaka, vicdana ve hukuka davet etmesine rağmen siyasi iktidar bu çağrılara görmezden gelerek her geçen gün toplumu daha çok kutuplaştırmaktadır.
İktidarın bu dili zaman içerisinde ideolojik bir hamaset diline dönüşmektedir. Kullanılan bu ideolojik dil ile iktidar toplumda kendine yakın hissettiği kesimleri sıkıca kaynaştırarak, homojen bir toplum üretmeyi hedefleyerek toplumun çeşitli kesimlerine karşı söylemsel ve eylemsel şiddetini meşru ve haklı göstermeye zemin hazırlamaktadır. Toplumun önceliğinin temel hak ve hürriyetler ile özgürlük olmadığının bilincinde olan siyasi iktidar, halkımızın kimliksel hassasiyetlerini derinleştirerek kendi iktidar alanını sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.
Burada vurgulanması gereken en önemli hususlardan birisi de demokrasimizin toplumun bütün kesimlerini içine alacak ortak bir çıkar dünyası üretecek siyasi bir akıl geliştirememesidir. Ülkenin bütün kesimlerini içine alacak ortak bir çıkar alanını geliştiremeyen toplum, zamanla çoğunluğun ürettiği despotik eğilimler ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu despotik eğilimler ülkemizdeki yolsuzluğu artırarak halkımızı fakirleştirmektedir.
Fakirleşen halk kesimleri, kapalı havzalarda yaşamayı tercih ederek politik farkındalığını ve becerisini kaybetmektedir.
Bu durum halkının çoğunluğu muhafazakâr olan ülkemizde, toplum iktidarının korku dilini satın almakta ve daha çok politize olmaktadır. Çünkü iktidarın ürettiği korku dilinin etkisi ile kitleler kendilerini tehdit altında hissetmektedir.
Bu korkular yüzünden bulunduğu kamptan ve siyasi tercihinden başka tercih edecek alanının olmadığını düşünmektedir. Ayrıca iktidarın kendisinde temerküz ederek oluşmuş kurumsallaşmış kişiliğin ürettiği refah ve ilerlemede sınır tanımayan söylemi, halkta kazandıklarını da kaybedecekleri duygusunu yaratmaktadır. İktidarın kullandığı bu kutuplaştırıcı söylem halkın hiçbir alanda yaralarını sarmasına müsaade etmemektedir.
Elde ettiği sınırsız gücün etkisi ile iktidarın başı dönmektedir. Bu gücün etkisi ile muhalefeti susturmaya ve kendisine fanatik yandaşlar üreterek toplumsal aklı ezmeye çalışmaktadır. Kuralları ve hukuku derebeylik sisteminin ürettiği bir akıl alanından devşirmektedir. Bu anlamda derebeyi özelliği taşıyan lider diliyle toplumun çoğunluğunun şekillendirilmeye çalışıldığı bugün hepimizin şahit olduğu bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin ürettiği durumun etkisi ile muhafazakar kitleler durum değerlendirmesi yapmalarına izin verilmeyerek toplumsal gerçeklikten koparılmaktadırlar.
Muhafazakâr kitleler bugün hizipleşmiş bir grubun ölçüsüz isteklerinin ve öngörülemeyen sonuçlarının esiridir. Bu durum eğitim sistemi ve basın ile sağlamlaştırılmaktadır. Basın “sansür yasası” ile toplumun aklı kontrol altında tutulmaktadır. Türkiye’de şu anda yayın yapmakta olan önemli 15 haber kanalının 8 tanesi bizatihi iktidar kontrolündedir. Diğer haber kanalları ise hükümetin RTÜK komiserleri tarafından denetlenmektedir. Bu olguyu pekiştirecek diğer bir veri de günlük yayın yapan 26 gazeteden 13 tanesinin bizatihi iktidar odaklarınca kontrol edilmesidir. Bilişim sistemleri ve sosyal medya üzerinden uygulanan sansür her gün basında konu olmaktadır. Yapılan yayınlar ile toplumun çoğunluğu azınlıkta kalan muhalif gruplara, cemaatlere karşı ayrımcı politikaları destekler mahiyette şekillendirilmektedir. Bütün bu yapılara işlevsellik kazandırmak için iktidar, devletin dini kurumlarının meşruiyetini kullanmaktadır.
Bugün bu dini kurum iktidarın ortaya koyduğu perspektife sadakatini ilan etmiş durumdadır. Siyasal iktidarın söyleminin dışında başka bir dini söylemin dillendirilmesine hükümet aygıtı izin vermemektedir. Bu meyanda kendi ürettiği ve televizyonlar yoluyla marka haline getirdiğini düşündüğü entelektüel(!) ile toplumun söylemini ve aklını kontrol etmektedir. Kullandığı kaynaklar ile de kendisine karşı oluşabilecek yeni bir entelektüel ve irfani akla izin vermemektedir. Çünkü kitleleri ancak bu dini söylem ve entelektüel(!) birikim ile kontrol edebileceğini düşünmektedir.
Bu bağlamda iktidar kendine muhalif gördüğü kesimleri sinema filmleri ve diziler yoluyla şeytanlaştırmaktadır. Bu tür ürünlerin yapımcıları iktidarın kontrolü altında tuttuğu TV’ler yoluyla sahiplenilmektedir. Yani kalabalıkların hoşnutsuzlukları ve mahrumiyetleri iktidarın kullandırttığı kaynaklar vasıtasıyla kontrol altına alınmaktadır.
İktidar halkın duygularını ve eylemlerini yine kendisinin ürettiği ve beslediği yeni okumuş yazmış bir kadro ile şekillendirmektedir. Bu insanların görevi yeni Türkiye’nin ideal insan tipini üretmektir. Bu anlamda eğitim sisteminin de yeniden şekillendirilmesi gerekmektedir. Siyasal iktidar bu hedefini gerçekleştirmek için ancak darbe dönemlerinde yaşanan bir durum ile; örgün eğitim öğretim yapan bütün okullarda eğitim yöneticilerini değiştirmiştir. Bununla yetinmeyerek bu okullarda görev yapan öğretmenleri de sözlü sınava tabi tutacağını söyleyerek kendi öngördüğü ideal tipi yetiştirme dışında hiçbir anlayışa veya etki edebilecek herhangi bir faktöre yer vermeyeceğini ilan etmiştir. Böylesine bir tasfiye ancak Rusya’da Bolşevik darbeciler tarafından gerçekleştirilmiştir. Darbe dönemi uygulamalarını iktidarın esas alması Türkiye’de durumun vahametini göstermektedir.
Seçimlere “Türkiye Yüzyılı” manifestosuyla çıkan iktidarın bütün bu kurgularına karşı “Ahlak politik alanı kurabilir mi?” sorusu hâlâ canlılığını ve tazeliğini korumaktadır.
Ahlak ancak ve ancak bireylerin hamaset duygusundan uzak yetiştirildiği, iktidarların ve gücün kutsanmadığı, vicdanın ve merhametin farkındalığının geliştirildiği bir eğitim dünyası oluşturularak ve toplumun bütün kesimlerinin ortak çıkarlarının varlığının kabul edildiği, bireysel farklılıkların kanunlarla güvence altına alındığı bir çevrede politik alana etki edebilir. İsviçreli analitik psikolojinin kurucusu Carl Gutav Jung’un büyük bir haklılıkla vurguladığı gibi ‘bireyin bütünlük kazanması kendini gerçekleştirmesi ile mümkündür. Kendini gerçekleştirme “ahlaki bir karar” anlamına gelir.’ Bu anlamda hükümetin baskıcı tavır alışlarına karşı ahlaki bir tavrı yalnızca kendini gerçekleştirmiş bir insan ortaya koyabilir. Oysa toplumda var olan hamaset (hep iyilikleri geçmişte arayarak, biz geçmişte ne kahramanlıklar yaptık diyerek toplumsal duyguları köpürtmek) ötekine karşı düşmanlıkları beslemektedir.
Bu anlamda halkımız ahlaki bütünleşmesini engelleyen ırkçı, faşist, konformist, siyasi ve devletçi yaklaşımların her türlüsünü kendi zihinsel dünyasında reddedebileceği mekanizmaları üretebildiği müddetçe sivil toplumun kurumlarına karşı yapılan baskılara engel olabilecek ve sivil toplumun varlığına karşı var olabilecek tehditleri kendine yapılmış olarak kabul edecektir.
Unutmamak gerekir ki politik akıl bugün güç kazanmak arzusuyla bütün toplumu kendi ürettiği akıl çerçevesinde “kendini gerçekleştirmesine” ve iktidarda kalarak var olmasına izin vermektedir. Bundan dolayı iktidar politik aklı kendine alternatif olacak bütün sivil alanları kendi varlığına düşman olarak algılamaktadır. Ve bu yolda güç kazandıkça her yolu mübah sayarak muhalif kesimlerin yok edilmesinde bir beis görmemektedir.
Asıl tehlikeli olan ise iktidarın toplumunun vicdanını etkisizleştirerek birbirine düşman etmesidir. İktidar, Maverdi’nin Siyasetnamesi’nde belirttiği gibi “Cahilin bakışı gözüyle, âlimin bakışı kalbiyledir.” sözünü doğrularcasına bütün haksızlıkları gözümüz önünde yaparak bizi cahilliğe mahkûm etmektedir. Bütün haksızlık ve hukuksuzluklar gözlerimizin önünde yapılırken uygun dozda uyuşturucu ilaç almış bireyler gibi hiçbir hukuksal ve sivil mekanizmayı çalıştıramıyoruz. Sanki bir akıl hastanesinde yaşıyor gibi bizden istenen ezberletilmiş davranışlar dışında hukuksuzlara hukuk içinde kalarak bir tepki veremiyoruz.
Şiddete başvurmadan ve hukuk içinde kalarak yaralarımızı saracak bir dil geliştiremiyoruz. Eğer insanlığımızdan gelecekte utanmak istemiyorsak her insanın ruhsal özünde var olan kalbini geri çağırmasının vaktidir. Bu çağrı romantik bir fantezi değildir.
İnsanlığımızdaki vicdanı ve irfanı dirilterek haksızlıklara; iktidarın nimetlerini tepe tepe kullanmış; hak, hukuk, adalet tanımayan yönetim sömürü ve baskı düzenini sürdürmekten yana; seçim takvimi yaklaştıkça “Devlet biziz, iktidarı kimseye vermeyiz” demeye getirenlere karşı durmak toplumsal ve ahlaki bir sorumluluktur.