‘DÜŞÜNME VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ’ ÜZERİNE
Sözlüklerde düşünmek eylemi “Zihninde bir şey canlandırmak, elde edilen bilgilere zihnî faaliyet uygulayarak düşünce meydana getirmek, fikretmek; tefekkür etmek; aklından geçirmek, tasarlamak”; düşünce ise “Zihnin bir şey hakkında edindiği düşünme ürünü olan kavram, fikir” olarak tanımlanmaktadır.
“İnsan nedir?” diye sorsalar, genelde aklımıza ilk gelen onun “düşünen varlık” niteliğidir. Ve en çok duyduğumuz deyişlerden birisidir: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” (René Descartes)
Düşünmek insan var olduğundan bu yana en önemli araç olmuştur. İnsan, merak ettiği sürece düşünmüş, düşündüğü sürece yeni atılımlara imza atmış, yeni yerler keşfetmiş ve ufku açılmıştır. Yani düşünmenin önemi gerçekten önemlidir. “Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır” diyordu dört yüzyıl önce doğan Hallandalı dahi Rembrandt.
Düşünmek, akıl yürütmek demektir. Zihinsel işlemler süreci anlamına gelen düşünme, varolan, gördüğümüz, yaşadığımız, duyduğumuz etrafımızda olan gerçekleri algılama, kavrama, analiz etme, neden-sonuç ilişkisi kurma, anlama, değerlendirme, karar verme gibi süreçleri içerir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan ürün de dücüncedir. Ve biz bu ancak bu süreci tüm aşamalarıyla gerçekleştiriyorsak düşünmüşüz demektir.
DÜŞÜN(ME)ME KÜLTÜRÜ
Düşünen ile düşünmeyen kişinin iç rahatlığı mukayese bile edilemez. Düşünen kişi belki de hiç iç rahatlığı yaşamaz, ya da ‘hiç olmazsa’ düşünmeye devam ettiği için kendisini teskin etmekle yetinir. Oysa düşünmeyenin önüne çok geniş bir huzur alanı açılır. Bunu duyarsızlıkla karıştırmamak lazım… Bu kişiler çevrelerinde yaşanan olaylar karşısında çok heyecanlı ve içten tepkiler verebilirler, ama olayları gerçekten anlamaya da hevesli olmazlar.
Belki de soru niçin bazı insanların bilerek ve isteyerek iç rahatlıklarını feda ettikleri olmalı. Muhtemelen bulunacak cevap söz konusu kişilerin yüzeysellikten duydukları rahatsızlıkla bağlantılı olacaktır. Düşünmeye eğilim ve entelektüel çabanın, büyük ölçüde kişinin çevresinde algıladığı cemaatsal yüzeyselliğe tepki olarak doğduğunu ya da bundan fazlasıyla etkilendiğini varsayabiliriz. Yüzeysellik hemen her zaman kesinlik üretir… Neyin niye olduğunu bildiğimizden kolayca emin oluruz. Bu kanaatin başkalarınca da aynı özgüvenle savunulması bizi rahatlatır, ilave soru sormak anlamsız hale gelir ve fikrimizi sorgulama ihtiyacı duymadığımız gibi söz konusu kanaatimizi bir ‘apaçık doğru’ olarak algılamaya başlarız.
Düşünmeme alışkanlığı kanaatlerin kesinleşmesi, cemaatleşmesi ve kimlikleşmesi ile sonuçlanır. Örneğin bugün Türkiye’de laik ve İslami kesimlerin birbiri hakkındaki önermelerinin çoğu bu kategoridendir. Gerçekte diğer grubu anlamayı kolaylaştırmaz, hatta bu imkanı tümüyle ortadan kaldırır. Onun yerine her iki kesimi de kendi içinde cemaatleştirir ve kimlikleştirir.
Düşünmemeyi belirli bir imkanın kullanılmaması değil, bir toplumsal tercih, gerçeklik karşısında bir zihni tavır olarak ele almak gerekir. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… “Aman abi… Neme lazım başıma bişi gelmesin… Virüsü” gibidir bu. Elini oynatamazsın. Ağzını açamazsın. Klavyen kilitlenir. Kaleminin mürekkebini tüketir. Mikrofonunun kablosunu koparır. Kameranın merceğini kapkara bir boya ile örter. Özellikle de söz ve yazı erbabını, akademisyeni, gazeteciyi yakaladı mı, bırakmaz. Hayatına kasteder.
Merak etmemek, kesinlik aramak, bu kesinliği yüzeyselleştirerek içselleştirmek ve cemaatsal olarak meşrulaştırmak, aynı zamanda aidiyet ve kimlik oluşumuna hizmet eder. Nitekim farklılıkların meşruiyetini ve çoğulculuğu içselleştirememiş, toplumsal konuşmayı özgürleştirip sistemleştirememiş toplumlarda, cemaatsal kesin kanaat arayışı bir ‘inanç’ unsuruna dönüşür. Kişiler inanmak istedikleri kanaatlerin peşinden gider ve bunu fıtrata bağlayarak kendilerini rahatlatırlar. “Aman abi… Neme lazım… Bulaşmamak lazım bu işlere/bu adamlara” virüs’ın bir varyantını yaratır.
“Bu adamlar” bedel ödetme eğilimindedir çünkü. O bedel de rahatını bozuverir insanın. Bugüne kadar iyi kötü eline geçen ayrıcalıkları, kurduğun düzeni, kazandığın üç beş kuruşu (kimi zaman üç beş milyonu) yitirmek riski vardır işin ucunda. Dilini bağlar adamın. “Aman abi… Başıma durup dururken iş almayayım abi… Çoluk çocuğumuz rahatsız olmasın” varyantı ile aynı laboratuvar çıkışlıdır bu virüs. Eklemek gerekmeyebilir ama Türkiye’deki durum da bu…
DÜŞÜNMEK BU ÜLKEDE MAKBUL BULUNMAYAN BİR EYLEM…
Bizim memlekette kendin olmak güçtür. Dengeler vardır. Doğrudan tutum takınmak cesaret işidir toplumsal, siyasal olaylarda. Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünme gereğini duymayan insanlar için, düşüncenin özgür olup olmaması sorunu yoktur. Ne yazık ki bizim ülkede birçok insan için düşünmek, yaşamdaki en zor şeydir.
Düşünmek bu ülkede makbul bulunmayan bir eylem… Türkiye’nin “entelektüel karşıtlığı”nın da küresel liderlerinden birisi olduğu tartışma götürmez. Bunun popülist söylem düzeyinde kalmayarak siyasetin iki temel kutbu tarafından da benimsenmesi, her konuyu en basit düzeyde tartışan, sorunlarına derinlikli yaklaşımlar geliştiremeyen – son günlerde göçmen konusunda olduğu gibi – sığ zeminlerde yapılan polemiklerin/kavgaların/tehiditlerin “analiz” statüsü kazandığı, “hamaset”in ise “söylem” haline geldiği bir toplumun şekillenmesine neden olmaktadır.
Tarihi süreç içerisinde, son yüzyıllık dönemin, (bu yüzyılın da özellikle son elli yılında), genelde Türk toplum yapısı, özelde Türk yönetim ilişkileri bakımından ortaya çıkan en bariz gerçekler, “Kamusal entelektüel (intellectuel public)”ın yaratılamadığı, onun işlevinin “köşe yazarı” tarafından görüldüğü, akademisyenin “ders kitabı” ezberlettiricisine indirgendiği, düşünce kuruluşlarının, istisnâlar dışında, “fikir” yerine “propaganda” ürettiği toplumumuzda ciddî bir “entelektüel açık”ın bulunduğu ortadadır. Bunun da sorunlarımızı değerlendirme alanında ciddî bir engel yarattığını görmek zor değildir.
Polonya kökenli ABD’li siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski “Büyük Çöküş”adlı kitabında komünist sistemin çöküş sebeplerini anlatırken, Sovyet sosyoloğu Yevgeni Afanasylev’in sözlerini aktarır, özetle: “Sovyet toplumu ‘gönüllü’ bir izolasyonda yaşadı. Max Weber veya Durkheim’le ya da Freud, Toynbee ve Spenglerle ilgilenmedik. Bunlar sadece isimler değildir, arkalarında fikir sistemleri vardır. Bir toplum böyle fikir sistemleriyle tanışmazsa 20. yüzyılın gerisine düşer.”
Dikkat “izolasyon” yani tek fikirlilik… Sovyetler’de değişik görüşlerin ifade edilmesi, yaratıcı düşüncelerin ortaya çıkması, yönetimlerin denetlenmesi engellendi, sonunda çöktü. Hem de muazzam silahlarına ve çok sayıdaki “Sovyet Bilimler Akademisi” türü kurumlara rağmen. Sovyetler tabii uç bir örnek ama çok öğretici bir tecrübe.
Kötüdür bu virüs. Çaresi vardır ama. Özgür bir yürek, sürekli antikor üretir bu virüslere ve varyantlarına karşı. Öyle güçlü bir antikordur ki anında öldürüverir bu baş belası virüsü. Tavsiye ederim : Düşünen entelektüel kimse, hayatının her alanında, haksız ve yersiz otoritelere karşı bir direnme ahlakı koymalı; ne pahasına olursa olsun güç ve iktidar sahiplerine karşı hiç “eyvallah etmeyen” bir duruş temsil etmeli; doğrudan doğruya yönetim ve iktidar merkezlerinin etki altına girmemeli (çünkü güç ve iktidar sahiplerinin gölgesinde, hiçbir özgür ve özgün düşünce ortaya çıkma fırsatı bulmaz); “hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan” ve çekinmeden iman ettiği gibi özgür yaşamalı.
DÜŞÜNME ÖZGÜRLÜĞÜ
Düşünme hakkının engellenmesi insanın yaşamını anlamsız kılar. Bu hakkı yadsıyan, önlemek isteyen bağnazlığın egemen olmasına karşı durmak, insan olmanın sorumluluğudur. Düşüncenin özgürlüğü, düşünmeyi bilen insanların sorunudur. Düşünceyi, düşüncenin özgür olmasını sorun edinenlerin, yaşadıkları toplumdaki tüm insanların aynı sorumluluğu duymaları için uğraş vermeleri, yaşamın getirdiği zorunlu görevlerdendir.
Düşünen, düşündüklerini çeşitli yollarla açıklayan aydınların haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkmak gibi vazgeçilmez sorumluluğu onlara düşünceyle ilgili tüm sorunların çözümlenmesi gibi bir görevi de yüklüyor. Bilimin yol göstericiliği olmadan ilerleme gerçekleştirilemeyeceğine göre, iradesi ve bilgisiyle özgür olanların toplumunu geliştirebileceği gerçeği, bu sorumluluğu ağırlaştırıyor.
Düşünce özgürlüğünün insan için olduğu gerçeğini, düşünme sorunu olmayan, düşünmeye gerek duymayan ya da böyle olduğunu sanan, bu gerçekliğe boyun eğen insanlara aktarmak yaşamsal görevdir. Düşünmesini bilen tüm insanların fısıltılarını çığlığa, toplumun vicdanını özgür düşünceye dönüştürme görevi vazgeçilmezdir. Nasıl bir toplum olmalıyız ki özgür düşünce serpilip gelişsin, düşünce özgürlüğü insanın bir sorunu değil, bir güç ve esin kaynağı olsun? Dinsel ve siyasal saplantıların, bağnazlığın egemen olduğu toplumumuzda, tüm dogmaların arkasında mutlaka sınıfsal, ekonomik, toplumsal çıkarların olduğu gerçeği bize yol gösteriyor.
Özgürlüğün yolunu zorbalık değil, bilgi aydınlatır. Bilginin, bilgilenmenin, bilinmeyeni keşfetmenin güzelliğiyle yaratılacak hoşgörünün “yazgı”nın egemenliğindeki kafalara aktarılması istenmez, çünkü bağnazlık, sevginin, bilginin olmadığı ortamlarda büyür. Başkalarının düşüncelerini ve inançlarını yadsıyarak yalnızca kendi inançlarına körü körüne bağlanan, eleştiri ve gelişme bilincinden yoksun, hep kendini haklı bulan, başkalarının da doğru ve haklı olabileceğini aklına getirmeyen, insanın en eski alışkanlıklarından biri olan bağnazlık (fanatizm, mutaassıplık), egemen olduğu toplumda ilerlemenin, aydınlanmanın tehlikeli bir yol kapatıcısıdır. [Batı’daki dini mezhepler teolojiktir ve zihinseldir! Bizdekiler ise siyasaldır! Meşrulaştırmak için teolojisi arkadan gelir. Sünnilik de düşünmenin “d”si yoktur! Adı üstünde teamülcü!] Bu kapatılmaya çalışılan yolu açma da özgür düşüncenin doğrusu ve olmazsa olmazıdır. Öyleyse, var olmak için bağnazlığı aşmak zorundayız.
Şunu kafamıza iyice yerleştirelim! 21. Yüzyıl’da dinsel düşünme diye bir şey yoktur, olamaz. Çağımız, akılcı ve bilimsel düşünme çağıdır. Bu çağda olduğu gibi, bundan sonraki çağlarda da dindar olunabilir. Fakat dindar olmanın yolu akılcılıktan ve bilimsel düşünmekten geçer. Atatürk, İslam’ı çok iyi anlamıştır! Ruhunu ve özünü (felsefesini) anlamıştır! Tıpkı Hazreti Peygamber’in anladığı gibi anlamıştır.
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Özgürlük düşünmeye özgü bir şey, düşüncenin içeriğini oluşturan dinamik bir güç. Özgürlüksüz düşünce düşünülemez, çünkü özgürlük düşüncenin ruhu. Bu nedenle düşünce özgür bireyin vicdanında, diğer bir deyişle zaman- mekân âleminde insanın ruhunda oluşur ve gelişir.
Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünme gereğini duymayan insanlar için, düşüncenin özgür olup olmaması sorunu yoktur. Ne yazık ki birçok insan için düşünmek, yaşamdaki en zor şeydir.
Düşünce özgürlüğü doğru tarif değildir. Esası “ifade özgürlüğü”dür bunun. Dile gelmemiş düşünce tamamlanmış olmaz. Kendini uygar sayan kimse, ilkin “ifade özgürlüğü” ile sınav verir. Hiçbir kimse, kurum, fikir eleştiri dışı tutulamaz. Dünya değişir, gelişir. Fikir insanı toplumu karşısına almaya, kalabalıkların gürültüsüne kapılmamaya özen gösterir. Elbette tartışma dilini bilmek, biçemine dikkat etmek gerekir. Lakin insanlar irkilecek diye sözünü sakınmak doğrudan sansür anlamı taşır. En tehlikeli sansür, kendi kendimize yaptığımızdır. Düşünce ancak özgürce dile gelirse yaratıcılık ortaya çıkar. Bu da ilerlemeyi sağlar. Sanat, bilim böylece gelişir. Düşünce insanı kutsal tanımaz. Değerli olan eleştirel akıldır.
İfade özgürlüğünün antik çağdaki kökeni olan ‘parrhesia’ kavramı, konuşan açısından, “dile getirmesi, çıkarına, güvenliğine, ikbal ve istikbaline aykırı gelişmelere, baskılara, bedellere, kınamaya yol açacaksa bile hakikatı yine de söyleme cesarati” anlamına geliyor. ‘Parrhesia’ sözcülüğünü ilk kez eserlerinde karşılaştığımız Euripides, Fenikeli Kadınlar adlı oyununda, “Fikrini konuşamayan herkes köledir” diye yazacaktı.
Parrhesia’nın en ileri düzeyine ise her türlü otoriteye ve statüyü hor gören kinik felsefenin takipçileri ulaşacaktı. Özellikle de Platon’un hakkında ‘kafayı sıyırmış bir Sokrates’ nitelemesi yapacağı Diyojen ve öğrencileri, muktedirleri, zenginleri, asiller, makam düşkünleri, din adamları ve ortalama toplum için adeta bir baş belası olacak ölçüde bu özgürlüğü kullandılar. Sinoplu bu çılgın ama bilge insan, bir defasında “hangi ‘polis’tensin (nerelisin) ?” sorusuna ‘kozmopolis (dünya kenti)’ şeklinde kimlikçiliği aşağılayan bir yanıt verecek, ‘kozmopolitan’ kavramını da literatüre kazandıracaktı.
M.Ö 2. Yüzyılda doğmuş Bursalı orator ve tarihçi Dio Krisoston’un “Krallık Üzerine 4. Ders” kitabında aktardığına göre, Diyojen, karşında silahlı duran İskender’e:
“Kral olarak beni öldürme gücün olduğunu biliyorum. Ama, benden gerçeyi duymaya yetecek cesaretin var mı? Yoksa doğruları duymak yerine beni öldürecek kadar korkak mısın? Mızrağını bana bir kerede saplarsın. Ama gerçekleri duyabileceğin tek insan da benim. Çünkü etrafındakilerin hiçbiri benim kadar dürüst değil ve ben onların hiçbiri gibi senin hizmetkarın değilim.”
Otoriteye karşı gerçeyi veya düşündüğü konuşma özgürlüğü sayesinde, Atina, Sinop’lu Diyojen gibi eksantrikler de dahil birçok dev düşünürün ya da doğup yaşadığı ya da bir süre yaşadığı bir yer oldu. Sokrates’ten, Sofokles’e, Öklid, Perikles ve Euripides’ten Plato ve Aristo’ya kadar etkileri çağlar boyunca sürecek çok sayıda filozof, devlet adamı, yazar, bu iklim sayesinde 2 500 yıl önce olgunluklarına erişti.
Ama ne yazık ki, ülkemizde özgürlük savaşçıları bu ulgunluğa kavuşmanın bedelini halen hepse mahkûmiyet ve siyasetten men cezalarla ödenmekte…
Savaşın farklı muharebelerden oluştuğunu hatırlatarak bitirelim… Sadece teslim olanlar yenilgiyi hak eder! Haklılar asla…