Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

ŞİİRİN DEĞERLERİ: ”Seni Senden Sormalara Doyamam” Enver Gökçe

Son Güncelleme :

14 Aralık 2022 - 9:56

reklam
ŞİİRİN DEĞERLERİ: ”Seni Senden Sormalara Doyamam” Enver Gökçe
reklam

”Seni Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaramın ateşi
Gitme dayanamam.” Enver Gökçe

Enver Gökçe

Kendi Diliyle Yaşamı;

Gurbet yurdumuzdur bundan böyle: 1920 Yılında Doğmuşum. Ankara’ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen kışın yeni başladığı bir zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındayım.

Yağmurlu bir günde köyden ayrıldık. Arapkir’e, oradan da Hekimhan, Kangal yoluyla Sivas’a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük. Ulaşım yolları iyi değildi… O zaman uzun bir yolculuktan sonra, on bir günde Ankara’ya gelebildik. Ankara yeni kurulabilen on beş bin nüfuslu küçük bir kasaba görünümündeydi. Şehir bugünkü Ulus ve Ulus’taki heykel çevresinde ve Samanpazarı denen yer etrafında, Ankara Kalesi’nin çevresinde toplanıyordu. Bundan böyle burada yaşayacaktık.

Derken 1929 yılında o zamanlar, Ankara’ da Hüseyin Avni isminde bir zatın yönettiği hususi bir ilkokul vardı. Oraya paralı girip okunuyordu. Okullar yeni başlamıştı. Ben gecikmiştim zaten. Bu okula kayıt oldum. İlkokulu burada okudum ve bitirdim.

1935 ve 1936 yıllarında Cebeci Ortaokulu’na devam ettim. Lise tahsilime gene Ankara’nın Gazi Lisesi denen ünlü okulda devam etmiştim. ‘939 yılında öğrenimimi tamamladım. B

u yıllarda yeni yeni okuyor, tat alıyor, gelişiyor ve kendimi yetiştiriyordum. Ta ilkokuldayken bu sevgi içimize atılmıştı. Celalettin Tevfik Bey adlı bir öğretmenimiz vardı. Bu öğretmen bana kendi derslerinde eski şairlerden (N. Kemal ve başka şairlerden) ünlü şiirleri okur ve okuturdu. Bana şiirin güzelliklerini anlatırdı…Yine Gazi Lisesi’nde edebiyat derslerine Feyziye Abdullah ve İsak Refet gelirlerdi. İsak Refet edebiyat hocamız oldu. Bu hocalar beni yönlendirdiler edebiyata… Bu hazırlıklarla üniversite yaşamına başlamış oldum. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji bölümünü seçtim.

Enver Gökçe

Fikirlere olan yakınlığım dolayısıyla, fakültenin ilk yıllarından itibaren, bazı derneklere ve yayınlara yöneldim…

“Ülkü” dergisi adlı ünlü Halkevi dergisinde çalışmaya başladım. Görevim düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerindeydi. O zaman dergiye Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yön veriyorlardı. İdare kısmında Ahmet Serdaroğlu adlı sevdiğim bir insan çalışırdı. Dergiye, Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman zaman uğrarlar, ve konuşurlardı. Ben bu arada, gene Ankara’ da çıkan bir dergide, bir şiir yayınlamıştım. Bu şiir Ahmet Kutsi Tecer tarafından görülerek beğenilmemiş, (bu şiir, “Köylülerim” adlı ve “Dost Dost İlle Kavga” adlı kitabımda yayınlanan şiirdir) bana Ahmet Kutsi Tecer tarafından şiirin çok kötü olduğu söylendi. Benim şiiri bırakarak düzyazı yazmam istendi. Ben de o zaman, Ahmet Kutsi Tecer’e “ben daha kötüsünü de yazarım” diye güya esprili olarak cevap vermiştim.

“Ülkü” de birkaç yeni arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesi Sefer Aytekin’di. O zamanlar Ankara’ da bulunan Arif Damar (Arif Barikat) ve bugün de edebiyatımızın bilinen kişilerinden Mehmed Kemal de benim ilk edebiyat arkadaşlarımdır. Mehmed Kemal’le aynı mahallede otururduk. Benim ilk arkadaşlarımdan birisidir. Yine Ceyhun Atıf Kansu da daha ilkokul çağında, belki de ilk tanıdığım en eski sekiz arkadaşımdan birisidir. Kendisiyle hususi bizim mektepte beraber okumuştuk.

Bu arkadaşlardan sonra şair Niyazi Akıncıoğlu’nu tanıdım. Bunlar “On Beşinci Yıl” isimli kahvenin devamlı sakinlerindendi. Belirli hocalar dışındaki hocalarla ilişkimiz her şeyden önce bir talebe hoca münasebetinin dışına çıkmazdı. Yani siyasi bakımdan yahut diğer yönlerden herhangi bir fikir alışverişinde bulunmak olmazdı.

Yalnız devrimci hocalarımızdan Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes’le aramız gayet iyiydi.

O sıralarda gene dergi ve gazete çıkarırken birçok matbaacı, mürettip işçi arkadaş tanıdım. Bunlardan bir tanesini hiç unutamam. Bu Hasan isimli bir işçidir. Ve sonra adına Mürettip Hasan isimli şiiri yazdım. Çok iyi, Anadolu halkından bir gençti Hasan. Hasan’la daha sonra 1951′ de büyük tevkifatta da karşılaştık. Onu da tutup getirmişlerdi. Zavallı Hasan beş seneye mahkum olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten.

Dergicilik yılları;

O zamanlar gençtik, sıhhatliydik tabii. Her işi benimseyerek yapıyorduk. Bu yüzden bizim derginin çıkışında mesela “Ant” dergisinin çıkışında, ortaya getirilişinde büyük yararlarım olduğu doğrudur. Ve bu işleri hiçbir şey beklemeden, kendiliğinden ve tabii olarak yapıyorduk… Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum. O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince, ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun, güzelin yanında olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik.

‘945 yılında, yani Garipçilerin edebiyatımıza egemen olduğu bir çağda dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yok sayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz “Ant” çevresinde, küçük bir topluluk da olsak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden “Yeni Edebiyat” dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karınca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu devrede biz, bir avuç devrimci genç tarafından ele alman anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir. Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık. Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tutumumuzdan habersiz gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan Veli etrafında yaygara koparıyordu. Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısındayım. Buna rağmen onların bu tavrı yüzünden birçok yetenekli genç körelip gitti. Hatta denebilir ki Nurullah Ataç ve arkadaşları bu devrede bizim bu sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir. O günkü tavrımızın sadeliği ortadır.

1948 yılında, o zaman anti-faşist bir dernek kurmuştuk. Türkiye Gençler Derneği davası denildi bu davaya. Bu derneğin yüz elli kadar üyesi olmuştur. Ve harp sonrası devresinin bir parçasıdır. Demek her türlü anti-faşist ve demokratik fikirli genci bir araya getiriyordu. Derneğin Ankara Denizciler Caddesi’nde bir ahşap evde merkezi vardı. Faaliyetleri arasında halka her türlü yardım vardı. Örneğin, halkın hasadına bilfiil iştirak etmek, katılmak gibi faaliyetler bunlar arasındaydı. Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere, sekiz on üyesi İstanbul Ankara arasında bir yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.

Derneğin birçok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar derneğin gidişine karşı birtakım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar. Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı. Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve elimizde sopalarla gelenleri bekledik. Turancıların etkinliği çoktu o zamanlar: Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı, birkaç saat içinde. Kitaplar yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç kişiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında birtakım provokasyonlar aldı yürüdü.

Sonucunda dernek üyelerinden iki kız arkadaş, biri Melahat Kürşal, diğeri Nural ve ben, Mehmed Kemal, Şevki Akşit tevkif edildik. Gerekçe olarak dernek üyelerinin komünizm propagandası yaptıkları ileri sürülüyordu. Bu yüzden tutuklandık. Ankara cezaevine götürülüp tıkıldık. Üç ay devam eden sorgudan sonra… hepimiz beraat ettik. Bu devre hapishanede birkaç tane şiir yazdım. “Görüşmeci” isimli şiir bu devrenin mahsulüdür. Görüşmeye arkadaşlarım, kendi ailemden kız kardeşim gelirlerdi. Bu şiiri daha sonra “Görüş Günü” adıyla yayınladım. Gene bu devrenin anısı olarak “Fakültenin Önü” adlı şiir, bu gösterilerden sonra yazılmıştır. Bu şiir de olaylan günü gününe yansıtan en iyi bir şiirimdir.

Bu sırada memlekette büyük bir umut başlamıştır. Demokrat Parti memleket için büyük bir ümittir. Ve Türk halkı da Demokrat Parti madrabazlarının peşinden gitmektedir. Benim kişisel durumumsa, fakülteyi bitirmişim, iş arıyorum. O zaman Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu benim üniversiteden hocamdır. İş için müracaat ediyorum. Bana verilen cevap bir sürü bahaneden sonra yine de beklememdir. Nihayet işten ümidimi keserek başka bir ekmek parası kazanmak için yeniden çeşitli işlere girişiyorum. Bu arada İstanbul’ da Yurtlar Müdürlüğü’nde bir işe talibim. Neticede Yurtlar Müdürlüğü’nde yönetim memurluğu işini alıyorum. Yurtlar Müdürlüğü’nde görevime 1950 yılının içinde, Ekim ayına doğru başladım. İlk görevim Çarşıkapı öğrenci yurtlarındaydı. Daha sonra çalışmalarım beğenilmiş olacak ki, birçok yurtların kuruluşunda görev aldım. Çarşıkapı’ dan sonra Yıldız Teknik Okulu yurdunda yeni görevime başladım. Bu arada kısa bir müddet için Denizcilik Yurdu’na ve tekrar Kadırga Öğrenci Yurdu’na atandım…

1951 Büyük Tevkifatı:

Bu devre 951 Tevkifatı’nın başladığı devredir. ‘951 Tevkifatı İstanbul’da Ekim ayında başlatıldı. Gazetelerde okuduğumuza göre Sevim Tarı isminde bir kadın Paris’e giderken yakalanmış. Bunun üstünden bir süre geçti. Bundan sonra, buna dayalı olarak Tevkifat başlamıştı. Ben de birkaç öğrenciden sonra Eylül’e doğru tutuklandım. O zaman Kadırga Öğrenci Yurdu’nda bulunuyordum. Daha önce yurt binasında kaldığım odanın arandığını, didik didik her tarafın araştırıldığını görmüştüm. Bu olayın üzerinden bir hafta geçti ki, tutuklanma günüm geldi.

Devrimciler bir bir tutuklanıyor:

O zamanlar İstanbul 1. Şubesi gelip geçici hapishane olarak kullanılıyordu. Teker teker o günün devrimcileri ve demokrat fikirli gençleri alelacele tutuklanıyordu. Aşağı yukarı tevkifat için bütün hazırlıklar bitmiş olacak ki, büyük darbe indi. TKP Tevkifatı denilen meşhur ‘951 Tevkifatı olayı başlamış oldu. Bu tevkifatta alışılmamış birçok yıldırma yöntemleri uygulandı. Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği şekilde hepsi de cezalandı.

Ben şahsen bu davada hiçbir fayda görmediğim için avukat bile tutmadım. Ayrıca birçok, gene hapishaneden tanıdığım insanlar da savunmalarını kendileri verdiler. Epeyce direndik. Fakat sonuç olarak şunu söyleyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hepsi hüküm giydiler. Bunların isimleri ve aldıkları cezalar yayınlanmıştır. Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu, gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı. Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar.

Mapushaneler ve sürgün:

İlk toplandığımız yer İstanbul 1. Şubeden sonra Harbiye Cezaevi’ne, tekrar İstanbul 1. Şubesine ve Yıldızdaki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kaldık. Böylece iki yıl 1. Şube bir yıl da ……….. . İleri cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine dağıtılmış olduk. Son parti Adana cezaevine gönderildik. 1. Şubede kaldığım zaman içinde işkence yapıldı. Havasız ve hatta ekmek ve su bile verilmediği günlerde iki yıl 1. Şubenin ünlü odalarında gün geçirdik. Bu arada içerde, birçok kanunsuz işlemlerin yapıldığı doğrudur. O sırada ruhi depresyon geçirenlerin ve intihara yeltenenlerin sayısı da oldukça kabarıktır. Adana’ya kadar parmaklarımızdan ve ellerimizden kelepçeli olarak getirildik. Siyasi koğuşa yerleştirildik.

Adana’da Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit de bulunuyordu. Yedi yıl Adana’ da tamamlandı. Adana cezaevinden sürgün yerime gönderilmek üzere salıverildim. Sürgünü geçireceğim Çorum’un Sungurlu kasabasına geldim. Her gün Sungurlu’nun bir karakolunda ispat-ı vücut ediyorduk, kendimizi gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz günlerce devam etti. Neden sonra oradan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere naklimi yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara’ya naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara’da geçti.

Mapushanede günlerimiz:

Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum. Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan Yusuf ile Balaban’ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Birtakım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. Ve; “Zaman akar, zaman geçer/ Zaman zindan içinde” dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destanı kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum… ama asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik destanın saklanmasında gösterilemedi. Eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, “Başlangıç”, “Uy Kirpi Kız Kirpi”, “Bu Balabanın Dünyadan Göçtüğüdür,” ve “Kirtim Kirt” adlı son bölüm kalmıştır. Destanı birçok arkadaşım okumuştur. Dışarda da okunmuştur. Elden ele geçtiğini de öğrendim hatta. Destanı, Ahmed Arif de okumuştur.

Hapishanede günlük çalışmalarımın arasında Fransızca da önemli bir yer tutar. Orhan Suda ile o zaman aynı ranzada kalıyorduk. Bana dil bakımından çok yararları dokunmuştur. Orhan Suda ile her gün aynı ranzanın etrafında günümüzü geçirirdik. Ve çalışmalarımız bitince akşamları volta atardık. Böylece günler akıp geçti. O zamanlar edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan şimdi rahmetli olmuş Ulvi Uraz ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları bulunuyordu. Şükran Kurdakul da o zamanlar tutulup getirilmişti: Sonuçta o da üç sene sekiz aya hüküm giydiği için cezasını geçirmeye çalıştı aynı hava içinde. Değerli bir gençti.

İstanbul ve 27 Mayıs öncesi:

Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt’ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes’e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisan’ da Beyazıt’ta birtakım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz’in öldüğü yahut ta ertesi gün Beyazıt Meydanı hınca hınç doluydu. Turan Emeksiz herkese gösteriliyordu. Benim bu olayı anlatan “Turan Emeksiz” adlı şiirim bu devrede yazılmıştır. Bu gösteriler her gün devam ediyordu. Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt Meydanı’nın etrafında dolanıp duruyorduk.

Yeniden sürgün:

Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünlükten sonra biraz nefes alırım diye Erzincan’ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan’a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan’a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için köyüme çok zahmetli gelebildim. O zamanlar köyden birkaç kişi bu işten sevinmez göründülerse de, çoğunlukla kendi halkım tarafından gayet iyi karşılandım. 21 Mayıs devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okundu. Menderes’in de yakalandığı okundu: Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık.

Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım. Bu gazete küçük tirajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete ‘963 yılına doğru kapandı. Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldık.

Dünyanın büyük ozanlarından biri Neruda: Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda, bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda’ya eğilimim gün geçtikçe artıyordu.

Neruda, çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklardandır.

Yeniden İstanbul;

İstanbul’a gittim. Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul’u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe’den bir ev de tuttum. Birçok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. “Ant” dergisiyle de bir ara ilişkim oldu. Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum. Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus’taki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı. Bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı bana o zaman derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti. İstanbul’ da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekiyordu. İstanbul’a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atılıyor bize. Her yıl kış aylarında köyümde bulunuyordum. Yazları gezebileceğim zamanlarda dışarı çıkıyordum. Ankara, İstanbul gibi şehirlere geliyordum. Bu arada şiir üzerindeki çalışmalarım ve çevirilerim devam etti.

Ben sanattan ne anlıyorum: Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır.

1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye’ de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabii olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur. Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür.

Örneğin, Nazım’ da ve Neruda’ da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak hurdan gelmektedir. Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir.

Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz. Sanatta, bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz. Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da. Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var.’951 Tevkifatını yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, ‘951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.

İyi bir sanatçı olmak için önce, kendi halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden, bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi; içtenlikle bunu yapmak şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.

Sanat ve sanatçı üzerine

Enver Gökçe (Yeryüzü, Sayı 3, 15 Kasım 1951)

Bugün şairi ve şiiri eski anlayış ve tariflerin çerçevesinden kurtarmak zamanı gelmiştir. Bu, sanatçıyı -insanlığını inkar demek olan sosyal gerçeklikten tecrit edip onu “soyut boyutta” bir yaratık saymak ve sanatçının yarattığı eserleri: “Tanrısal bir ustalık”, “bir ihsan”, “bir Tanrı vergisi saymak”, belirli bir sosyal topluluğun görüşlerini yaymaktan başka bir şey değildir.Doğayı ve toplumu bir gerçek olarak almayan, doğa ve toplum olaylarını, insan ve akıl üstü izahlarla, mantık dışı endişelerle kavramaya çalışan bir felsefe anlayışı sanat ve entelektüel hayatımıza adamakıllı işlemiştir.Kafaları bu pisliklerden kurtarmak ve her şeyden evvel bir insan olan, doğaya ve topluma sımsıkı bağlı bulunan sanatçının sosyal varlığını ortaya koymak lazımdır. Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler, menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır, sosyal gelişmenin hızlandırılmasından korkanlardır, taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir, hastalıklı melankoliklerdir.

Oysaki hayat bütün hareketi, aktivitesi, ileri atılışlarıyla diri, canlı ve değişiktir. Hayat dinamizmine can katan, hayatı öven, kötülükleri protesto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa, korktukları içindir.

Ressam olsun, müzisyen, aktör, romancı, şair olsun, genel olarak ortaklaşa bir işçilikleri vardır. Renkle, sesle, kelimelerle, artistik-sosyal bir dünya kuruyorlar. Hayatımızı yazmış-çizmiş oluyorlar. Bizi dile getiriyorlar, gözümüzle, hayalimizle, sinirlerimizle oynuyorlar. Bir heykele dokunmak istemişizdir, bir bakış bizi kılıç gibi bölmüştür, bir çift sözle yumrukları sıkmış veya ağlamaktan yığılıp kalmışızdır.

Çırılçıplak bir bozkır manzarasında belki ölüm, belki yaşamak arzusu duymuşuzdur. Bir tablonun, bir resmin, bir şiirin, bir bestenin bize ettikleri böyle şeylerdir.Sanatçı, yaşadıklarımızı bize yaşatıyor, düşündüklerimizi düşündürüyor. Sanatkar kişi, bizi, en güzel, en çirkin, en unutulmaz şekilde, en dokunaklı, en gerçek şekilde hikaye ediyor, insanoğlunun hayatı, macerası, esprisi yaşatılıyor, sanatçı yaşadığımızı doğruluyor.

İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi nasıl düşündürmüşse öyle yaşamıştır. Ve bizleri de o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırıyor. İnsan yaşayışının mahiyeti ve sanat eserlerinin ortak özelliği budur. İnsanoğlu ise sosyal gelişmenin çeşitli konaklarında bir başka türlü yaşamış, bir başka türlü düşünmüştür. Üretim araçlarının, teknolojinin her değişmesinde yeni bir toplum düzeni ortaya çıkmış ve bu toplum tipine uygun düşen bir düşünce tarzı oluşmuştur.

Her sanat eseri devrin sosyal-ekonomik şartlarına uygun bir içerik ve estetik anlayışı yaratmıştır. Yüzyılımızın toplum tipi bölümlü bir toplum tipidir, bağdaşık olmayan, sosyal grup ve zümrelerin çatışmalarının içinde geliştiği ve bu sosyal grup ve zümre çatışmalarının gittikçe keskinleştiği bir toplum tipidir. Bu toplumun düşünce ve eylem gerçeği, karşıtlıklar taşımaktadır. Bundan dolayı bu tip bir toplumun sanat eğilimlerinin çeşitli yönlerde dalbudak salması, mevcut sosyal-ekonomik şartların bir sonucudur.Bugünkü genç Türk şiiri, yüzyıllardan beri sürüp gelen eski şiirimizin son kalıntılarıyla yan yana. Yalnız, eski şiiri saf dışı ede ede gelişiyor. Bizim, artık insana tövbe dedirten ve altı yüzyıl süren bir klasik şiirimiz vardır. Kendi şartları içinde büyük söz üstadları da yetiştiren ve cansız, insansız ve soyut olan bu şiirimizden kurtulmak için, yüzyıllık bir fikir ve sanat yolu da zorla katedilmiştir.İdealizm ve idealizmin klasik doğu edebiyatında önemli bir unsuru olan “soyutlama”cılık, bizim halk edebiyatımıza ve yeni edebiyatımıza dahi adamakıllı damgasını vurmuştur.Tanzimattan bugüne kadar olan fikir ve sanat hayatımızdaki gelişmeler ve yenilikler inkâr edilemez. Bununla beraber yeni bir Türk şiiri ve romanı vs. ancak demokratik cumhuriyet devriminden sonra doğal mecrasına yönelebilmiştir.

Bugün Türk şiirinde ve şairleri arasında hala eski sanat değerleriyle yetişenler, hala eskiyi terennüm edenler, hala “soylu ve seçkin” sayılan, öznel bireyci mırıltılarla kalem oynatanlar vardır.Bugün şiirimizde, halk davalarına karışan, sosyal hayata saçının her teliyle bağlı olan sanatçılarımız vardır. Bugün şiirimizde, eski söyleyişi, eski dünya görüşünü atan, hayata bilfiil katılan sanatçılarımız, hümanist kültürü, insanlığın daha iyi bir geleceğe olan inancını haykıran şairlerimiz vardır. Bugün hala fikir ve sanat hayatımızda önemli mevkileri ve imkânları olan sosyal mürteciler ve sahte sanatçılar vardır.Fakat her şeye rağmen genç Türk şairleri devrimci bir sanat anlayışına varmışlardır. Şiir gökten yere inmiş, sokağa, “meydan”a çıkmıştır. Günlük hayat, somut olan hayat, sosyal hayat, ızdırap hayatı, ümit bağlanan şeylerin hayatı, genç şairlerimizin yeni ilham kaynaklarıdır. Genç şairlerimizin çoğu, halkçı, demokratik bir içerikle beraber, yeni bir estetik de kurmuşlardı.Eski edebiyatımızın laf cambazlığı, eski dilimizin mollalığı, eski estetiğin şarklılığı yıkılmıştır. Eski şiirin son kalıntıları tasfiye edilen söz alanında söyleyecek tek beyitleri kalmıyor.

Bugünün şairleri hayat örsünde döğüle döğüle, pişe pişe günlük bireysel eğilimlerden de kurtulacaklar ve sanatımız daha yüksek ulusal ve hümanist bir karakter alacaktır.Bu fikir ve eylem yüzyılında, sosyal ilerlemenin, insanlığın mutluluğu yollarında; insanın birey olarak ödevi ne ise, sosyal toplulukların, örgütlerin, politikacıların ödevleri ne ise, sanatçının da ödevi odur:

Sosyal gelişmeyi hızlandırmak, köhnemiş gerçekleri değiştirmek, insanın insanca yaşamasını sağlayarak, şartları hazırlamak ve sosyal görevde bilfiil vazife almak, hayata bilfiil katılmak. Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, ulusumuzdan yana olan şair, hümanist şair, barışçı şair, bizleri birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair; meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun.

Gelmeyen Bahar
Gel kardeşim, gel beri
Hey kurt hey kuş hey börtü böcek
Ah gidenler gelir mi geri
Açar mı bugün dört bahardır kanayan çiçek
Demek
Daha bizim yaşımızda İnsanlar ölecek.

1943

Türkiyem
Senin emekçin olaydım
şen olası türküsü
dost kokusu, dost selamı Türkiye

Ankara, 1945

Görüş Günü
Bu gün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!

İzin olsun mapusane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaranın ateşi
Gitme dayanamam.

Fakültenin Önü
Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı

Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ taber şahı merdan
“Tanrı dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman”
Ve de kanlı bıçaklı düşman

Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı.

Ne Fayda!
Sen benimsin,
Ciğerparem, sevdiğim
Gülden ağır
Söyleyemem sana!

Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana!

Meğer
Müşkil işmiş hürriyet
Savunmayla yetmiyor
Bir başka sevda!

Telden
Demirden geçsen
Mapusu delsen
Ne fayda!

Ant olsun şart olsun
Ben
Böyle
Taşların
Çukurların
İçinde
Kalmışsam
Yalnızsam
Hor
Görülmüşsem
Arkasızsam
Ve
Böyleyse
Bahtı
Siyahım
Yemin
Kasem
Olsun
Ve
Ant
Olsun
Şart
Olsun
Yerde
Kalmaz
Ahım.

Bizim caddelerimizde de
Açmaz
Açamaz
Deme
Hiç
Bir
Zaman
Bu
Nar
Çiçeği.
Açacaktır
Elbet
Bizim
Caddelerimizde de
Bayram
Olacak
Halkın
Üstüne
Böyle
Kalksa da
Faşist
Namlular
Namert
Ellerdir
En
Sonda
Bir
Bir
Kırılacak.

Dayan ha yıkılma
Acı Bir Rüzgardır
Eser Dağlardan
Ovalardan
Kapkara
Kanını
Kurutur
Yoksulların
Sonra
Kıtlık
Pahalılık
Ve
Faşizm
Dayan
Ha
Yıkılma…
Ülkemiz
Yoksul
Ülkemiz
Fakir
Ve
İşçiler
Öğrenciler
Düşer
Yan yana
Düşer ya
Vatanın
Bir
Yanı da
Ölür.
Ve
Şahin
Aydın
Kerim
Yaman
Böyle
Düşüyorsa
Bir
Bir
İnsan
Daha
Özgür
Olsun
Diyedir.

Panzerler üstümüze kalkar
Panzerler Üstümüze Kalkar
Armut Çiçeğindeyiz
Meğer Sokakta Düşenler
Var
Ve
Okulda
Gösteride
İşkencede
Ve
Mağarada
Kış da
Karda
Kıyamette
Silahlı
Silahsız
Ve
Yalnız…

https://www.envergokce.org/bibliyo/bibliyo/yazi.html

Enver Gökçe – bütün Şiirleri – Evrensel Basın Yayım ve Dağıtım

https://ikinciyuzyil.com.tr

 

reklam

YORUM ALANI

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.