Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

İSTANBUL’DAN BİR GARİP TURUNÇ GEÇTİ…

Son Güncelleme :

25 Ekim 2022 - 20:31

reklam
İSTANBUL’DAN BİR GARİP TURUNÇ GEÇTİ…
reklam

İSTANBUL’DAN BİR GARİP TURUNÇ GEÇTİ…

 

Hayat yaşandığı kadardır,
Ötesi ya hatıralarda bir iz;
Ya da hayallerde bir umuttur…

                                Pablo Neruda

Gazetemiz başyazarı Prof. Dr. Garip Turunç’un doğduğu şehir Antakya’yı ziyareti sonrası  Fransa’ya dönüşü öncesinde İstanbul’da kendisiyle görüşüp, özlem giderdik…

Garip Turunç

Profesör Dr. Garip Turunç ile Genel Yayın Yönetmenimiz Nazım Gülmez ‘in de bulunduğu İkinci Yüzyıl ekibi  olarak, Taksim Sıraselviler Turuncu Pub’da keyifli ve dopdolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Prof. Dr. Garip Turunç; Yazar akademisyen. Hatay Çekmece doğumlu.  Fransa’da Bordeaux Center‘da yaşıyor. Evli, üç kızı var.

Üniversiteyi Fransa’da, Bordo Devlet Üniversitesi’nde bitirdi. Yüksek lisansını tamamladıktan sonra 1 Ocak 1980’de araştırma görevlisi olarak akademik kariyerine başladı. Doktorasını tamamlayarak Bordo Üniversitesi’nde 2001-2006 yılları arasında beş yıl doçentlik ve 2006’da Bölüm başkanlığı yaptıktan sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından görevlendirilerek Galatarasay Üniversitesi’nde ders vermek üzere Türkiye’ye geldi ve burada profesör olarak göreve başladı.

Galatasaray Üniversitesi’nde ve üniversitenin iktisat bölümünde  mikroekonomi, makroekonomi, ekonometri, matematik, istatistik, istatistik uygulamaları dersi verdi. Öğrencilerin stajlarında danışmanlık yaptı.

Fransa’ya dönünce Ministere de L’Education Nationale et de la Jeunsse’de beş yıl profesör olarak görev yaptıktan sonra emekli oldu. Ancak öğrencilerle, eğitim yaşamıyla bağını hiç koparmadı.

Halen çeşitli gazetelerde köşe yazarlığına ve üniversitelerde ders vermeye devam ediyor.

Ekim 2001 yılında Galatarasay Üniversitesi’nde beş akademik yıl ders verdim. İlişki içerisinde bulunduğum eğitim danışmanlık firması vasıtasıyla birçok üniversitede konferanslar ve dersler vermeye devam ediyoruz. Galatasaray Üniversitesi’nde bir akademik yıl için kalmak için gelmiştim. Yıl sonunda O dönemin rektörü  Erdoğan Teziç; ‘’Hocam öğrenciler sizi istiyor, ben değil.’’ Bir dönem için gelmiştim, beş yıl kaldım. Keza Ukrayna’da da aynı şekilde derslerim oldu. Matematik evrensel bir dil…

Pandemi sonrasında ise Saraybosna’da Trawick Üniversitesi’nde, Kıbrıs Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde, İstanbul Gelişim Üniversitesi ve bir çok ülkedeki üniversitelerde ders vermeye devam ettim.

Sayın Hocam, Fransa’ya gitme sürecinizden biraz bahseder misiniz?

1966 yılında Antakya Lisesi’ni bitirdim ve on sekiz yaşında Fransa’ya gittim. Lise son sınıfta iken Antakya’nın merkezindeki müzeye Fransızcamı ilerletmek için sık sık giderdim. Bir gün müze girişinde beş altı kişilik kızlı erkekli Fransız bir kafileyle karşılaştım. Yanlarına gidip, Fransızcamın yettiği ölçüde Fransa’ya yükseköğrenim için başvurduğumu, sınavları verdiğimi, bu konuda yardımcı olmalarını rica ettim. Adres ve telefonlarını aldım. Fransa’ya gidince onları buldum. Bordo’daki üniversiteyi seçmemin ve orada kalmanın nedeni de budur. Beni orada yurda yerleştirdiler ve birçok konuda destek oldular. Bu gerçekten anlamlıydı benim için.

O yüzden bugün eğitim, staj vb. her konuda kendisinden yardım isteyen öğrencilerin sorunlarına çözüm buluyor, ağabeylik yapıyor. Sıra dışı kişiliği ile herkesin sevgi ve saygısını kazanmış…

Turunç, memleketinden hiç kopmamış. Bedeni Fransa’da yüreği ülkede bir yurtsever, bir aydın…

Elli altı yıldır Fransa’dayım. Fransa’da kaldığım sürede ülkemizi dışarıdan gözlemledim.  Ülkemizle bağımı hiçbir zaman koparmadım. Ailemizin orada olması nedeniyle Antakya’ya sürekli olarak gidip geliyoruz. Her gittiğimde mutlaka Antakya Lisesi’ne de  uğrarım. O zamanki eğitim sistemi şimdikine göre çok daha iyiydi.

Sonra gençliğimin en dalgalı uzak denizlerine açıldım, Fransa’nın, ilk etapta Paris, sonra Bordeaux büyükşehirlerinde kalabalıkların arasına karıştım…

Bu yüzden de hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hala ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey…

Olgunluk tezahür etmeye başladığında, yıllarımı saydım ve bundan sonra, yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim.

Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

Artık yasaların, kuralların, uygulamaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok. Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen insanlara destek olmak için zamanım yok…

Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam. Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum. Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum. Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan, onlara ve eserlerine zarar vermeye çalışan kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı.

Garip Turunç

Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var.

Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların kötü sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum. İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.

Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı. İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce “oldum” demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum. Asıl olan, yaşamı (yaşamak için) değerli kılmış eylemler…

 

Garip Turunç

Hayat, şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev…

Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum. Olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var. Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar. Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır. Umarım herkes için aynısı olur, çünkü her hâlükârda oraya varacaksınız…

Garip Turunç

Üç dilde Araf’ta kaldım…

Ne yaparsak yapalım? Daldan dala konsak da, kendimizden diyar diyar kaçsak da… Az gitsek uz da gitsek bu geldiğimiz yer neresi?

Yolsuzlara ve uğursuzlara hâlâ cennet, diğerlerine cehennem olan ülkemiz Türkiye aslında bir Araf.

Ne yana savrulacağını bilemeyenlerin durağında, tıkış tıkış olgunluk trendini bekliyoruz milletçe ama bekleyiş uzadıkça uzuyor.

Kimin yüzü ak, kimin yüzü kara bir türlü netleşmiyor ve geçici konum Araf, kalıcı konuta dönüştü epeydir.

Zaman yanımızdan bize dokunmadan akıp gidiyor. Yarına bir türlü ulaşamıyoruz. İçine gömüldüğümüz çatlağın tepesinde yarın sevecen bir gülümsemeyle bize bakıyor. Güçlü bir elin uzanıp bizi bulunduğumuz yerden, yıllardır beklediğimiz yarına çekmesini bekliyoruz.

Mütevekkil, alışkın ve aldırmaz bir bekleyiş.

Ne fakirlik telaşlandırıyor bizi, ne acı, ne ölüm. Yüzyıldır aynı sabaha uyanıyoruz. Sanki hiçbir şey değişmiyor. İnsanlarımız susuyor. Zamanı yitirmiş bir kavmin korkunç sessizliği içinde. Aynı budalalıklar. Aynı yenilgiler. Aynı laflar. Aynı fetvalar. Aynı muhtıralar, aynı kurnazlıklar, aynı  yalanlar…

Zaman atının sırtında, yarına koşan kavimler bizi aralarına almıyor. Alaycı ve aşağılayıcı bir ifade yüzümüzde. Bize, hep aynı günde yaşamanın ne kadar büyük bir talih olduğunu anlatanlar, artık bir yarınımız olsun demeyi ihanetle bir tutanlar, içine hapsolduğumuz zaman çatlağından çıkarsak mahvolacağımıza inandırmak isteyenler, her fırsattan yararlanarak ülkeyi dünyadan koparmaya çalışan, yıllarca omuz başında sessizce beklediği önderine tuzak kurmuş iktidar açlığıyla kıvranan politikacılar…

Eskilerin deyimiyle kemale ermek olan olgunluk trendine bir türlü girilemiyor. Oysa her gün geçiyor söz konusu eğilim ama dolu geliyor, dar geliyor, birkaç kişi ite kaka binebiliyor içine, eriyor kemale. Her gün artan toplumsal çoğunluk ise açıkta kalıyor. O çoğunluk demek olan Türkiye sürekli cennet ile cehennem olmak arasında kararsız. Araf mı Türkiye, Türkiye mi Araf, ayırt edilemiyor.

Niçin büyükçe bir olgunluk seferi konulmuyor bu Araf’a? Niçin olgunlaşamıyor Türk toplumu?

Anlamak için kuşkusuz soruna dönmek ve olgunluğun tanımını yapmak gerek.  Olgunluk; zihinsel ve duygusal yetkinlik kazanımı, bilgi ve görgü gelişmişliği ve deneyim zenginliği. Burada durmak gerekiyor. Yalnızca tanımı bile Türk toplumunun niçin olgunlaşamadığını gösteriyor.

Araf ülkemizde dünyaya gelen insanların çoğu, toplumsal tarihin kendileriyle başladığını düşünüyorlar. Sade vatandaştan politikacısına, en fazla, kendi bildiği geçmişi yaşanmış sayıp, deneyim olarak ancak kendi bildiğini ölçü alıyor. Her kuşak, bilineni yeniden keşfediyor. Kuşaktan kuşağa birikimi bir türlü bitiştiremeyen Türkiye’nin toplumsal fikir birikimi de yerinde sayıyor.

Dışarıdan da bakan biri olarak Fransa’dan, Avrupa’dan bakıldığında nasıl bir Türkiye var.

Her olayı kendi zaman süreci içerisinde analiz etmek lazım.  İktidar partisinin tutumu epey endişe yaratmıştı. İslami değerlere önem veren bir ülke olmamızla ilgili korku var.

Aslında iktidarın ilk döneminde yapılan reformlar, AB’ye uyum sürecinde belirlenen plan yani müzakere sürecinde vaat edilenler sonucunda daha olumlu bir hava estiğini, bu tutumu biraz olsun değiştirdiğini söyleyebiliriz. AB’nin etkisiyle birçok reform yapılmıştı.  Jeostratejik bakımdan vazgeçilemeyecek bir ülkeyiz. Bu 2007-2008’lere kadar sürdü.  Fakat Gezi olayları, yolsuzluk konuları vb. 17-25 Aralık olayları huzursuzluk yarattı. Hepsinin Fransa’da Avrupa’da negatif bir yankısı olduğunu söyleyebilirim. Avrupa’da bu konuda bir önyargı olduğunu biliyoruz. Avrupa tedirginlik içerisinde.

Fransa insan haklarının, eşitlik ilkesinin önemli olduğu bir ülke. Türkiye’de kültürel kimlikten kaynaklanan bir sorun olduğu inkâr edilemez. Yani şimdi daha endişeli bir bakış var. Korkuyorlar, bu biraz da doğal.

Avrupa’dan bahsederken birçok Avrupa var diye bakmakta yarar var. Kültürel değerlerimize bakıyorlar. Aşırı sağcı ve tutucu kuşak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasını istemiyor. Bu net ve bu konuda olan her olay üzerinde siyasi çıkarları gereği yankı yaratmaya çalışıyorlar. Sol görüş ve özellikle genç kuşak daha pozitif ve önyargısız. Kapı biraz açık ama kapalı aslında.

Avrupa Birliği’ne girmemiz konusunu desteklemiştim. Senelerdir Türkiye’nin AB’ye girmesinin avukatlığını yaptım ve yazılar yazdım. Le Monde’da bu konuda yazılarım da çıktı. 2001 de yazdığım AB Basamaklarındaki Türkiye adlı kitabımda detaylı olarak bu süreci anlatmıştım.

AKP öncesi, 2014’te kesin olarak AB’ye gireceğimizi öngörmüştüm. Şu an bunun 2022’de olması bile soru işareti. Bu konuda gidişat iyi değil. AB Türkiye’nin geleceği ve çok önemli.

Stratejik konumumuz göz ardı edilebilecek bir şey değil. Hepimiz biliyoruz ki demokrasi ve insan hakları açısından bu çok önemli. İnsani ilişkiler, hukuk, dış ticaret hacmi, ekonomi kendi kendine yürütebilir fakat hiçbir ülke demokrasiyi bağımsız olarak yapamaz. Temennim eninde sonunda katılmamız. Demokrasideki eksiklerimizi Avrupa’nın dış dinamiği ile telafi edebiliriz.

Fakat ülkenin teokratik bir İslam düzenine geçmesi mümkün değil diye düşünüyorum. İslam devleti olmasına Batı müsaade edemez. Boğazlar, çıkar meselesi vb. Türkiye’nin Osmanlı döneminden kalma batıya karşı bir birikimi ve açılımı var. 1959’da Avrupa Birliği’ne adaylığını resmen bildirmişti.

Atatürk’ün reformları, geçmişteki bu tecrübe ve
birikim diğer İslam ülkelerinde yok.

Biz batı ile doğu arasında sıkışmış bir yerdeyiz. Her ne olursa olsun geleneksel olarak, kültürel bakımdan, din kültürü açısından Doğuluyuz. Bu insanlara kıymet veren değerli bir şey ve önemli. Bu dayanışma Avrupa’da yok. Orada herkes kendi yağıyla kavrulur,  borç almak vermek yok, borç sadece bankalardan alınır. Bu dayanışma ve kültür bizim için bir zenginlik.

İnsan hakları ve demokrasiyi benimsemek, bu konuda çıtayı yükseltmek lazım. Sentez ve model teşkil etmek ve ortaya çıkan toplumsal yaşama tarzı önemli.

 

Mekânda Pink Floyd The Wall şarkısını söylerken sıra dışı bir profesörle eğitimden konuşuyorduk…

 

12 Eylül sonrasıydı. Doktoramı yapmıştım ve ülkeme hizmet vermek benim sorumluluğumdu. Üniversitelere yazdım. Yazdığım mektupları arşivledim, halen saklarım. O kaotik dönemde olumlu herhangi bir cevap alamadım ve ben de Fransa’da çalışmaya devam ettim.

Cafe De Flore’da Sartre ve Simone de Beauvoir ile karşılaştım.

Albert Camus ve Picasso’nun müdavimi olduğu kafe… Sartre,  Beauvoir’a yazdığı mektupların bir kısmını Café de Flore’de kaleme almış.

Garip Turunç

Paris’te Café de Flore’da Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre ile karşılaştım. 18 yaşındaydım.

Bir gün Cafe’de Flore’de Sartre ve eşi Simone de Beavoir ile karşılaştım. Kendisiyle ayaküstü on dakikalık bir sohbetim oldu. Nereden geldiğimi sordu. Türkiye’den geldiğimi Fransızcamı ilerletmek için Alliances Françaises’da Fransızca derslerine devam ettiğimi söyledim. Elimi dostça sıktı. Otur delikanlı dedi. Bana;  Sizin ülkenizde darbeler bitmiyor, demokrasiyi bir türlü oturtamadınız dedi. Oturmam için ısrar etti fakat sınava yetişeceğimi söyleyerek kalamayacağımı ilettim. Saygıyla her ikisinin de elini sıktıktan sonra yanlarından ayrıldım. Unutmadığım bir anı.

Fransa’nın kültürel zenginliği tartışılmaz. 1789’da mutlak monarşinin yıkılıp yerine kurulan cumhuriyet Avrupa’da dünya tarihinin dönüm noktası olmuştur. Aydınlanma çağında Voltarie,   Diderot, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Hugo, Sartre ve daha nicelerinin temelini atıp, geliştirdiği düşünsel gelişimin yansıması olağanüstü…

Türkiye’de de bugünler geçecek. Demokrasiye dönüş olacak elbette fakat iktidara geldikten sonraki süreçte de bir planlama olması çok önemli. Bu süreçte her türlü desteği vermeye açığım. Benim için makam, mevki önemli değil, yazılarımla herhangi bir fark yaratabiliyorsam bu bana yetiyor…

Fransa’nın yakın dönem politik tarihinden (Macron dönemine) her ne kadar farklı dinamikler geçerli olsa da örnek olacak çok şey var. Fransa’da 1970’den sonra sağcılar vardı. Solda 2 cephe vardı. 81-95 e Mitterrand Schirac dönemine de bakılabilir.

Taksim meydanı, kilisenin önü açılsa, bir yanıyla Antakya’yı hatırlatmıyor mu?

Evet, hatırlatıyor fakat meydanda cami olması konusuna pek sıcak bakamıyorum. Mutedil Demokratik kültür, toplum değişti.

Antakya’nın kozmopolitliği, her türlü kültüre kucak açmışlığı ve hoşgörüsü şehrin dokusunun bozulmasına engel. Antakya Çekmece o zaman köydü şimdi ilçe olmuş. Köy enstitüsü mezunlarından öğretmen Mehmet Gülmez okulun müdürüydü.

Fransa’da veya diğer Avrupa ülkelerinde ırkçılık, ayrımcılık var mı?

On beş yıldan sonra Fransa vatandaşı oldum ve aynı zamanda Türk vatandaşıyım. Fransa’da bu kadar çok yaşamama rağmen ayrımcılık hissettiğim durumlar da oldu. Eşitlik ilkesi, herkese eşit muamele kanun önünde bir hastaneye gidildiğinde bir devlet dairesinde hayır. Fakat toplum içinde bunu hissedebiliyorsunuz, fark ediyorlar. Bazen maruz kaldığım oldu fakat eğitimci olduğum için normal karşılıyorum.

İnsana özgü bazı tavırlar var. Irkçılık olmasa da başka bir ülkeden gelip belirli önemli noktalarda görev yapmak tabi ki negatif duygular yaratabiliyor üzerlerinde.

Yani aslında abartıldığı kadar değil çünkü Fransız ihtilalini yapmış, bu uğruda demokrasi için bedeller ödemiş bir ülke ve halktan bahsediyoruz. Kültürüyle zaten dünyaya örnek olan bir ülke.

Almanları ele alacak olursak Teknolojideki üstünlükleri zaten önemli Nazi dönemi onlar için bir utanç, tekrar böyle bir sürece girilmesi mümkün değil.

Tüm bu ülkeler bu süreçlerden geçti fakat ülkemizde biraz tepeden inme biraz daha hazır hale gelince laiklik, demokrasinin hazmedilmesi de zor oldu yani zaten okuma yazma oranının son derece düşük olduğu (neredeyse yüzde bir) bir ülkenin geçmişinin bir gecede yok edilmesi gibi spekülasyonların doğruluğu söz konusu dahi edilemez.

Öğretim üyeleri zaten atılma korkusu, sesini çıkaramayan bir toplum. Hala uyuyor bizim insanlarımız, uyanmadı…

Ukrayna’da neler oluyor biraz bahseder misiniz?

Slav kültüründen kaynaklanan bir şey. Sonuçta bu yüzyılda insanlığa sığmayan bir şeyler oluyor. Ego güç sarhoşluğu, bir insanın ölümü bile haklı değilken 100.000’e yakın ölümün olduğu hiçbir şey haklı olamaz.

Ukrayna halkı saldırı ve işgal altında acılı saatler yaşarken, işgalin siyasi, diplomatik, askerî, hukuki vb. boyutlarının ekranları dolduran irili ufaklı uzmanlar jeopolitik, jeostrateji, NATO’nun çevrelemesi, Rusya’nın emperyal hevesleri gibi koca koca laflarla, değerli düşüncelerini biz sıradan fanilerle paylaşırlarken, arkalarındaki görüntülere yansıyan insanlık trajedisi.

Yağan bombaların, metrolarda doğan bebeklerin, ailelerini terk etmek zorunda kalan babaların, annelerin, başlarına ne geldiğini anlayamayan çocukların gözleri önünde, sanki uluslar arası bir turnuvada satranç maçı yapılıyormuş gibi hamleleri öngörmeye, karşı hamleleri değerlendirmeye çalışıyor, hatta taraf tutuyor, şu haklı, bu haklı diyorlar. Yaşanan trajedinin farkındalar mı acaba.

İşin en dramatik tarafı, insanoğlunun içindeki zulüm eğilimi ile bilimin ürettiği teknolojik vahşi silah gücünün birleşmesinden doğan tehlikeyi önlemenin, ondan daha büyük ve daha yıkıcı bir güçten başka bir yolunun bulunmayışı.

Elemle görüyoruz ki bir zalim, pençesinden daha yeni kurtulmuş bulunan masum bir halka tekrar saldırırken, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılında bilim ve teknolojide bu kadar gelişmiş olan insanlık dünyamız, o zalimi durduracak güçte ve değerde kansız bir insanî ve ahlâkî yol üretememiş. O yüzden de dünyamız, her yıl dünyada en çok kan döken/döktüren başka bir soyguncu güçten, işgali durdurması için yardım beklemekte.

Çağdaş uygarlığın insanlığı getirdiği son nokta! Bu da küresel utanç!

Bu savaşı tetikleyen gelişmeler neler, arka planda neler var?

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek kutuplu bir dünya düzeni oluştu ve ABD giderek dünyanın tek egemeni durumuna geldi. Avrupa’da eski Varşova Paktı üyeleri (Romanya, Polonya, Çekoslovakya ve Bulgaristan) NATO’ya üye olarak kabul edildi. Üçüncü dünya düşüncesinin ileri ülkesi Yugoslavya dört parçaya bölündü. Yetmedi, NATO’nun 2008’deki Bükreş toplantısında Gürcistan ve Ukrayna’nın da NATO’ya üye olma istemlerinin olumlu karşılanmasına karar verildi.

Sovyetlerin dağılması sonrası Rusya bir askeri çerçeveye alınmak isteniyordu. ABD ve NATO, Rusya’ya karşı kuşatma politikası izliyor, özellikle Karadeniz’de denetimi ele geçirip Karadeniz’i bir NATO kapalı denizi durumuna sokma çabası içine giriyordu.

ABD Savunma Bakanı L. Austin, daha birkaç ay önce Karadeniz, NATO’nun Doğu kanadıdır ve Karadeniz’in güvenliği ABD’nin ulusal çıkarıdır demişti.

Bu tabloyu analiz etmeden (neden sonuç ilişkisi kurmadan) otuz yılı görmeyip sadece 24 Şubat 2022 sabahına bakarak Rusya saldırdı sonucunu çıkarmak, bir saptama değil, anın fotoğrafıdır. Dolayısıyla bu tablo analiz edildiğinde, Ukrayna bir sonuç, ABD’nin NATO’yu genişletme stratejisi ise bunun nedenidir.

Nato kuşatmasına karşı Rusya’nın tutumu ise ABD/NATO’nun 30 yıldır sürdürdüğü büyük kuşatmaya karşı, etrafı sarılmış, boğazına yapışılmış birinin, büyük bedel ödememek için yumruk atmasıdır. (ABD/NATO’yu güvenlik garantileri vermeye mecbur etmek stratejik hedefi ile…)

Bu garantilerin başında Ukrayna’nın NATO’ya üye alınmayacağı konusu var. Yumruğu yiyenin (Ukrayna) alması gereken ders, mahallenin kabadayısı (ABD) adına neden komşusunu kuşattığını ve boğazına sarıldığını sorgulamaktır.

Tablonun bu gerçeğine aktif müdahale edecek siyasal tutumlar almadan, salt savaşa hayır diyerek pasif bir konumda kalmak, insani görünse de sonuç değiştirici değildir. Pasif savaşa hayır tutumunun, sloganın kapsadığı içeriği kazanması, ancak ABD’ye/NATO’ya hayır tutumuyla mümkündür.

1945 yılından bu yana dünyamızdaki askeri saldırganlıkların yüzde 81’i doğrudan Amerikan saldırganlığıdır.

Evet, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali kabul edilemez ama Karadeniz’in bir Ameri-kan gölü haline gelmesi de kabul edilemez. NATO’nun varlığını sürekli genişletmesi bir savaş riskidir. Savaş istemeyenin mücadele etmek zorunda olduğu asıl budur. Hümanizm bunu gerektirir.

Bu konuda Batının tavrı nasıl olmalı?

Rusya’nın eylemli savaş hareketine karşı ABD, Avrupa ve NATO ülkeleri sıcak bir çatışmadan kaçınıyor, ekonomik yaptırımlar üzerinde duruyorlar.  Görülmemiş bir izolasyon, dışlama ve köşeye sıkıştırma politikası her sahada uygulanıyor. Ukrayna’nın yanında, savaş hariç ne yapılabilecekse yapılıyor. Hatta AB üyesi birçok ülke savaş halinde silah yardımı yapmama kuralını bozarak Ukrayna’ya silah gönderiyor.  (Almanya Ukrayna’ya 1.000 tanksavar ve 500 Stinger füze göndereceğini; ABD Ukrayna’ya hafif silah ve tanksavar yardımı yapacağını açıklamıştı, ABD, Ukrayna işgalinin NATO ülkelerine de sıçrayacak bir genişleme göstermesi olasılığına karşı Avrupa’ya takviye birlikleri göndermeye başlamıştır.

26 Şubat 2022’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını kınayan ve Ukrayna’ya karşı güç kullanmayı derhal durdurmasını öngören karar tasarısı, Rusya’nın vetosuyla önlendi.

Bu durum, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın on beş üyeli Güvenlik Konseyi’nin usule ilişkin olmayan konularda dokuz üyenin olumlu oyu ile alınan kararlarında beş sürekli üyenin (Çin, Fransa, SSCB, Birleşik Krallık ve ABD’nin) olumlu oyunu arayan, dolayısıyla onlara veto hakkı tanıyan 27. maddesinin 3. fıkrasına göre barışın tehdidi, bozulması ve saldırı eyleminin bir sürekli üye tarafından gerçekleştirilmesi durumunda sistemin işlemediğini (işlemeyeceğini) gösteren en yeni örnektir.

Tüm bunlar olurken Putin amaçlarının işgal olmadığını, hedeflere ulaşılınca savaşı bırakacağını ve işgal ettiği topraklardan geri çekileceğini açıklayarak ateşkes ve barış yolunu açık tutuyor.

Ukrayna’nın işgali konusunda Putin’in bu amansız savaştan geri adım atma ihtimali sıfıra yakın görünüyor. Öte yandan, Ukrayna tahminlerin ötesinde bir direniş ortaya koydu. Putin’in varlığını reddettiği Ukrayna ulusu bir bakıma, bu savaşla birlikte adeta yeniden doğdu.

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, ateşkesin bir an önce sağlanmasını istiyor. Al Jazeera’ya konuşmasında, “Şu anda bitirmeye çalıştığımız krizin sona ermesinin ardından Ukraynalılar gelecekte nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermeliler. Bu, şu anda siyasi çevrelerde görüşülüyor. Ben bu tartışmalara katılmıyorum. Biz kesinlikle bunun Ukrayna’da yaşayan tüm halkların görüşü olması gerektiği gerçeği üzerinden hareket ediyoruz” dedi.

Putin’in Ukrayna saldırısının çok büyük bir insanlık trajedisiyle süregelme ihtimali yüksek. Savaşın, Putin’in attığı çılgınca adımdan geri dönemezliği nedeniyle, Ukrayna’nın umulmadık bir kahramanlık ortaya koyarak direnmesi sayesinde çok uzun sürebilir de…

Bu konuda Türkiye’nin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rusya ve Ukrayna, gerek güvenlik, gerekse ekonomik yönden ülkemiz için çok önemli iki komşudur. Ayrıca Ukrayna savaşının uzaması, Türkiye üzerindeki yaptırımlara katılma baskısının artmasına da yol açabilir. Türkiye’nin bunu dikkate alarak geleceğini planlaması, uzun vadeli bakması gerekiyor.

Erdoğan Ukrayna’yı AB’ye alma gayretlerini güzel bir gelişme olarak değerlendirdi Ama AB üyelerine diyorum ki, acaba Türkiye’yi niçin AB’ye almakta tereddüt ediyorsunuz veya almıyorsunuz? Ukrayna’da yaşanan Rus saldırısı, Türkiye’nin NATO içindeki önemini de artırmış görünüyor. Bu durum AB’ye tam üyeliği zorlamak için yeni bir fırsat kapısı aralayabilir. Ancak bu fırsatın önündeki en büyük engelin AK Parti hükümetinin iç politika saikleriyle oluşturduğu Batı karşıtı retorik olduğunu söylemek mümkün. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın izlediği politikalarda yaptığı keskin dönüşler iç kamuoyunda, özellikle de AK Parti seçmenleri açısından anlayışla karşılansa da iş dış politikaya geldiğinde, keskin dönüş ve yeni söylemlerin Avrupa ile AK Parti hükümeti arasında oluşmuş güvensizliği kısa sürede ortadan kaldırması zor.

Batı’nın suçlarını ve Türkiye’ye karşı yaptığı haksızlıkları eleştirmek elbette gerekli fakat Avrupa’yı “Haçlı ittifakı” diye nitelemek, “siz kendi yolunuza, biz kendi yolumuza” diyerek ayrı yollarda olma vurgusunu yapmak hele de ekonomide Batı kaynaklı yatırımların da katkısıyla iyi gittiği dönemlerde önce Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalmadı, sonra da geleceğinizi Avrupa’da görüyoruz demek başkadır.

Çıkış yolu uzlaşma masasına oturmak…

Bugün dünya yeni bir paylaşım savaşının eşiğinde. Egosu şişik liderler, umarız kendilerini değil, çocukları, kadınları, insanı/insanlığı, doğayı düşünürler de savaş kışkırtıcılığından vazgeçer, doğru olanı yaparlar. Savaşa hayır der ve barışı korurlar.

Rusya’nın bu ilerleyişini durdurmanın iki yolu var; Birincisi, Batı’nın aynı şiddetle sıcak savaşa girmesidir ki bu çılgınlık olur. Aslında dünya kamuoyu da bunu kabul etmiyor. İkinci yol, Rusya ile uzlaşma masasına oturmaktır.

Bu durumda Rusya’nın Ukrayna, Kırım ve Dombay bölgesiyle ilgili görüşleri kabul edilecek, Rusya, Ukrayna’da işgal ettiği topraklardan geri çekilecektir. Böylece Batı dünyası diplomatik bir başarı kazanmış olacaktır. Ukrayna’nın NATO’ya alınması bu durumda ertelenecektir (Zaten Ukrayna, Batı’nın ipine tutunarak NATO’ya girmenin sakat bir iş olduğunu da anladı.)

Putin’in amacı Ukrayna’nın tümünü işgal etmek yerine Kiev’de Rusya yanlısı bir hükümet değişikliğini sağlamak. Bu çatışmaların sonucu Kiev’de Zelenski hükümeti istifa eder ve yerine Moskova yanlısı bir hükümet gelirse Rusya için ikinci bir önemli başarı sağlanmış olacak.

Rusya ile masa başında ülkeyi bölme, iradesini denetim altına alma, yönetimi değiştirme gibi bir sonuç alırsa, eski Sovyet nüfuz alanındaki ülkelerin tehdit algısı açısından Batı’nın yaptırımlarının hiçbir anlamı kalmayacak.

Putin Bush’un önleyici vuruş doktrinini uyguluyor, Biden da silahsız kuşatma ile karşılık veriyor. Bakalım satranç nasıl sonuçlanacak?

Korona konusuna nasıl bakıyorsunuz, komplo mu yoksa salgın mıydı?

Salgındı. Ben de beş kez aşı oldum. Aşıya karşı mesafeli yaklaşanlar, hiç yaptırmayanlar da oldu.

Sohbet saatlerce su gibi akıp gitti. Bu samimi, bilgili, mütevazı insana doyamadık.

İzin isteyip, kalktığımızda hava kararmıştı. Taksim, Beyoğlu, Galata kalabalık bir pazar akşamı yaşıyordu. Aklımız hocamızın anlattıklarıyla meşgul, Karaköy’e kadar hiç konuşmadan indik.

Sevgi ve Saygılarımızla,

https://ikinciyuzyil.com.tr

 

 

 

 

 

 

 

 

 

reklam

YORUM ALANI

Mehmet Ali ÇELİK 27 Ekim 2022 / 12:42 Yanıtla

Sevgili Garip Hocam, bilgisi ve donanımı ile kendini geliştirmiş mükemmel bir insan. Yazıları çok aydınlatıcı, sürekli okuyorum ve bazen de alıntılar yapıyorum.
Gazeteniz aracılığıyla kendisine saygı ve sevgilerlerimle selamlarımı iletiyorum.

MahmutBilgin 27 Ekim 2022 / 14:23 Yanıtla

Söyleşiyi baştan sona kadar okudum bu söyleşiden sonra Garip hoca ile pazartesi günü Antakyali arkadaslarla biraraya geldik onu tanıma fırsatı buldum iki saate yakın sohbet etme imkanı oldu onu tanımaktan mutlu oldum aynı dönemde olmasa bile aynı sıraları paylasmisiz Avrupa\′da yaşamış oraya adapte olmuş ama özünü unutmamış mükemmel bir dost sevgiler ve saygılar sunuyorum

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.