KARANLIK İLE AYDINLIK ARASINDA BİR ARA DÖNEM
Bilirsiniz, kimileri yaşamı bir gündüzgece çelişkisi, aydınlık ile karanlığın karşılıklı birbirleriyle mücadelesi olarak görür. Bu didişmede, insanlar bütün iyilikleri bütün olumlulukları gündüzün tarafına yüklemiştir. Öyle ya! Yaşam aydınlıktır, umuttur, berekettir. Gece ise yokluktur, ölümdür, umutsuzluktur.
Bu durumda gündüz ile gecenin dinmeyen savaşımını iyi ile kötünün savaşımı olarak nitelemek de mümkündür.
Türkiye’de bugün yaşanan karanlık ile aydılık arasında savaşımlı bir ara dönem; yeni yollar kullanarak varlığını sürdürmeye çalışan otoriter, baskıcı, ekonomik iflasa uğramış eski “Tek Adam/ Şahsım Devleti” alaturka Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Meclis’in güçlü kalmasını isteyerek anayasanın “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünü haykıran yeni arasındaki çatışma ve aslında her yönde endişe uyandıran Türkiye bir “Araf”.
Ne yana savrulacağını bilemeyenlerin durağında, tıkış tıkış olgunluk trenini bekliyor millete inananlar da, ümmete yamananlar da. Ancak bekleyiş uzadıkça uzuyor, hangimizin alnı ak, hangimizin vicdanı kara bir türlü netleşmiyor ve geçici konum Araf, hepimiz için kalıcı konuta dönüştü epeydir.
Çünkü eskilerin “kemale ermek” dedikleri olgunluk trenine bir türlü girilemiyor. Ya da binilemiyor. Aslında her gün geçiyor söz konusu tren, ama dolu geliyor, dar geliyor, birkaç kişi ite kaka binebiliyor içine, eriyor kemale. Her gün çoğalarak bekleyenler ise hep açıkta kalıyor. O çoğunluk demek olan Türkiye de cennet ile cehennem arasında biteviye kararsız.
BARDAKTAKİ “YARI YARIYA” DOLU SU, TADI BERBAT OLDUKTAN SONRA NE İŞE YARAR Kİ ?
Çözümsüz bir siyaset karşısında, doğal olarak ‘yeni’ denebilecek bir hareketlenme ihtiyacı doğuyor. Çünkü Türkiye’de artık herkes sosyal dokunun; dünya ile uyumsuzluğun; ideolojik altyapının ve siyasi yönetim sisteminin anakronik bir hale geldiğini; ‘bunun böyle gitmeyeceğinin’ farkında. Değişim isteyenler, “bu böyle gitmez, dur demek lazım diyenler” de, “durumdan memnun olanlar” da, bir biçimde değişimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.
“Bu gidişi dur demek lazım” diyenler arasındaki ciddi, esası ilgilendiren bir başka bölünmeden de söz etmek gerekir. Bu bölünme de “iyimserlerle” “kötümserler”arasındadır. Kimimiz, “durum iyi değil, daha da kötüye gidecek, daha dibe vurmadık” derken, kimimiz de “daha kötüsü ne olabilir, işte diktatörlüğün kuyusunda, koyusundayız, bakın ana muhalefet partisinin lideri bile ‘Türkiye’de bir diktatörlüğün hüküm sürdüğünü’ adıyla sanıyla söylemiş, daha ne olsun” demekteyiz.
Tek Adamın ! Dediği oluyor. O söylüyor. Meclis kanun yapıyordu. O söylüyor; Anayasa rafa kalkıyor, Kanun Hükmünde Kararnameli, hesap vermeyen gizlisi saklısı bol ; “din – Allah – bayrak – millet söylemi yüksek dış borçla yürüyen, dolara bağımlı ekonomik modelle” 23 Nisan’ın anlamı ve ruhunu yok edecek sivil derbeler biribirini izledi. Cumhurbaşkanının danışmanı bir emekli asker; “din esaslarına dayalı bir anayasa taslağı” bile hazırladı. Bir albay üniformasının üzerine tarikat tekkesi ile cübbesini giyip, resmi askeri araçla ayine katıldı. Daha ne göreceğiz ? İyimserliğimiz durumun kötülüğüne dair bu nesnel saptamalardan kaynaklanıyor.
Yarısı dolu bardaktaki su, tadı berbat olduktan sonra ne işe yarar ki? Tadı kötü olan bu suya sahip olduğu için mutluluktan kırılan iyimserlerle içmeyi asla denemeyecek kadar yorgun olan kötümserler arasındaki ince hattın kaybolduğu bir imgedir bu. İki taraf da bardağı, kendilerine dışsal bir şeymiş gibi algılar. Sunulanın kabullenildiği, daha fazlasının arzulanmadığı bir şuursuzluk halidir bu. En nihayetinde bardaktaki “yarı yarıya” hali değiştirilemezdir onlara göre. Bir uzlaşma hali denilebilir bunun için. Oysa gerçeğin kendisi uzlaşmazdır. Gerçek, neyse odur ve baktığımız yere göre değişmez. Ona inançla değil akıl yoluyla ulaşılabilir yalnızca.
İktidarın Ay’a gitme hedefi ve mega proje propagandalarıyla desteklenen ‘Yeni Türkiye’sinin ortalama altı ili karanlıkta. Ve bu elektriği kesilen 4 milyon hanenin arasında da çok farklı partilerin tabanını oluşturan yoksullar var. Elektrik ücretindeki aşırı zammı protesto etmek için faturalarını ödemeyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşiyle birlikte yan yana oturup mum ışığında söylenen “Neoliberalizmin sonu gelmiştir, karanlıkları aydınlığa çıkaracağız,” sözü gerçekten çarpıcı ancak karanlıklar nasıl çıkacak aydınlığa?
DİBE VURMADAN AYDINLIĞA ÇIKMAK
“Daha dibe vurmadık, gör bak daha başımıza neler gelecek” diyenlerin bir kesiminin, İrlanda’lı tiyatro ve öykü yazarı Samuel Beckett’in hiç gelmeyecek Godot’yu bekler gibi bir halleri var. Tümüyle haksız oldukları söylenemez; çünkü tarih de gösterdi ki “dibin dibi” her zaman vardır ama kuşkusuz tarih ilerlemenin de tarihidir; biz o tarihin aynıyla yinelenemeyeceğini, Batı’nın diktatörlerine değil daha çok Doğu’nun despotlarına özenenleri bir tür hayal kırıklığının beklediğini söylersek pek mi determinist, pek mi iyimser sayılmalıyız.
Sayılalım; gerçekçiler için bunun çok da fazla bir anlamı olmaz. Onların yani bizlerin eskimeyen düsturu; “insanlığın önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyacağına” dair usta sözüdür. Der ki usta; “Her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Orada mıyız, bilemiyoruz. Bu ünlü tezin gerçekle ilişkisi iyimserliğimizin kaynağıdır. Ama bu kadar da değildir…
Yalnızca usta sözünü aktarmanın, huşu içinde beklemenin derin, uhrevi sessizliği içinde eriyip gitmek de mümkün. Kötümserliğin böyle bir eksisi, iyimserliğin de ihmal edilmez bir artısı var kısacası. Aslında ortamın yavaş yavaş karartılmış olmasıdır. Reostalı bir aydınlanma aracıyla yapılabildiği gibi, ışığın feri gittikçe soldurulmaktaysa kişi o karanlığı zaten kabullenmiştir. Artık aydınlığa çıkmayı en azından bir süreliğine düşünemeyecektir bile.
Ülkemizde durum budur. Tencereye atılan kurbağa örneğinin başka bir metaforik anlatımı, ışığın yavaşça ve düzenli olarak kısılmasıyla olanıdır. Ülkemiz insanının yarıya yakını – sosyal yardım alanlar, parası bankada çok olan, paradan para kazananlar, ‘cami cemaati’inde kazanım elde edenler – karanlığa bir şekilde razı edilmiştir. Öyle ki, ışığa kavuştuğunda gözlerini kırpıştırıp, elini alnına götürüp siper ederek aydınlığı inkar edecek düzeye getirilmiştir. Hatta belki ışık saçan her cihazı, ampül hariç(!)kırmayı bile deneyecek kıvama erişmiştir.
Eğer durum böyle ise sorular şöyle mi gelmelidir? Aynı odada yani karanlıkta beraberce oturulup, en uzun gecenin sonlanması beklenecek midir? Aydınlığı unutmuş insanlara mum ışığı ile bir geçiş süreci mi yaşatılmalıdır? Yoksa lamba pat diye açılmalı mıdır?
Eğer orada zaten ışık düzeneğini idare edecek bir anahtar varsa, tabii ki ona basılacaktır. Bundan doğal ne olabilir ki! Yok, anahtarı da kırmışlarsa o zaman karanlığa razı olmayanların arasından – başta elektriklerini ödeyemedikleri için elektriği kesilenlerden – “öncü”ler işi devralmalıdır.
Artık yöntemleri nasıl olacaksa… Yeni bir anahtar yapmadan ya da aydınlığa giden kapıyı açmadan önce, karanlığa razı edilmişlerin gözünü bir süreliğine bağlıyacaklar mı, yoksa onları yavaşça mı dışarı çıkaracaklar bilinmez ama öncüler olmaksızın bu iş olmayacak…
Çünkü düzenin siyasal oluşumları karanlıkta hep beraber oturmaya razı gibi görünüyor. O zaman, böylesi bir demokrasi mücadelesinin, eşitlikçi toplum isteğinin öznesi kim olacaktır? Mücadele sınıf ölçeğinde mi verilecektir? Yani halka içinde bulunduğu karanlığın nedeni bu temelde mi anlatılacaktır?
KARANLIKLARDAN AYDINLIKLAR YARATMAK ELİMİZDE…
Anahtara basacak, kapıyı açacak olan öncüler ister kent soylu liderlikler, ister 6’lı siyasi örgütlü birlikteliklerin temsilcileri olsun, ülkemizi ve insanımızı ilgilendiren ve etkileyen her şeyi yeniden düşünmek, çözümlemek ve karanlığı delmede yapacağımız değerlendirmeler ışığında “çağdaş uygarlık” doğrultusunda kesintiye uğratılmak istenen yürüyüşümüze her alanda devam etmek bize düşen tarihsel bir sorumluluktur.
Yüzyıl önce bu coğrafyada bağımsızlığını, özgürlüğünü gerçekleştirmek ve onurlu varoluşunu sürdürmek için yola çıkanların çocukları olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Biz nasıl bu toprakların esenliği ve geleceği için hayatını bu uğurda feda edenleri saygı, sevgi ve özlemle düşünüyorsak, bizleri de sonraki kuşakların saygın biçimde hatırlayabilmeleri her şeyden önce bugün neler yaptığımıza ve yapabileceğimize bağlı değil midir? Zamanın ve tarihin aynasında kendimize bakarken yapacağımız sorgulama, yüzleşme ve değerlendirme, insan ve yurttaş olarak gerçekleştirebileceğimiz olanakları da göz önüne koyabilecektir.
“Daha dibe vurmadık” diyen arkadaşlar da elleri kolları bağlı oturuyorlar anlamı çıkmasın ama umudu kırılanlara söyleyelim: İyimserlik mücadele ruhunu besler; kararlılık yoldaki engelleri temizler.
Öyle görünüyor ki ortada bir sorun var ve bu sorun çözülecektir.
“Zamanı geldi mi” diye soran olursa, somut durum saptamalarına insanın bilinçli eylemi yol verir diyelim ve ekleyelim…
Spinoza’nin dediği gibi; “Cesaret ruhun özgürlüğüdür”.
Umutsuzluktan umut, baskılardan özgürlük ve bağımsızlık, karanlıklardan aydınlıklar yaratmak elimizdedir. Bu noktada hem geçmişe hem de geleceğe insan ve yurttaş olarak borçlu olduğumuzu da unutmamak gerekir. Bu ülkeyi biz hem atalarımızdan miras hem de çocuklarımızdan ödünç aldık. Bu nedenle “bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak için, yeni bir başlangıç olsun bu 6’lı ittifakı… Bu Ülke Bizim, Türkiye Hepimizin.
Dilinize sağlık sevgili Garip Hocam