Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

OTOKRASİ VEYA DEMOKRASİ SEÇİMİ       

Son Güncelleme :

12 Nisan 2023 - 22:56

reklam
OTOKRASİ VEYA DEMOKRASİ SEÇİMİ       
reklam

OTOKRASİ VEYA DEMOKRASİ SEÇİMİ

Seçimlere giderken esas olarak iki ana kanat var aktüel siyasette. Bunlar, doğrularıyla yanlışlarıyla, iki rakip yönetim anlayışını ve iki farklı Türkiye vizyonunu temsil ediyorlar. Bu anlamda da birbirine karşıt iki ayrı gelecek vaat ediyorlar. Erdoğancı otokrasi veya parlamenter demokrasi.

Otokrasi, otoriterlikten öte, hiçbir kitleye ya da kurula karşı sorumlu ve hesap verir olmayan yönetim biçimi demek ise, monokrasi böyle bir yönetimin tek adamın şahsında bulunması demektir. Son kertede tek yönetici tarafından temsil edilen mutlak otoriteryanizm anlamındadır. Yasal veya anayasal sınırlamaların yokluğunda egemenliğe ve devlet yetkilerine sahip olmayı içerir, “Şahsım Devleti” rejimi’ne dönüşür. Kanun yapar, istisna koyar, ölüm kalıma karar verir. Yönetim ve tasarruflar keyfidir veya dayatmacıdır. Despotizmin ve diktatörlüğün kibarcasıdır. Mutlak otoriterizm esas itibariyle siyasi alana hakimiyet demek iken, totalitarizm sosyal yaşamın tüm alanlarını düzenleme ve denetleme demektir.

Monokratik liderlerin yönetimlerinde tek şahıs her şeydir, toplumun diğer bireyleri değişen derecelerde değersiz sayılır. Şef ile kitle arasındaki ilişkinin sosyal ve bireysel psikolojik mekanizması şudur: “Bir hiçtiniz, sizi ben bu hale getirdim, onun için bana biat edeceksiniz. Bu haliniz çok güzel, siz yüce bir milletsiniz” (halkı pohpohlamak lâzım), “ama bana borçlusunuz, o halde beni seveceksiniz ve bana sorgusuz sualsiz itaat edeceksiniz”. Artık bireylerde öz-saygı kalmamıştır, birbirlerine de saygı duymazlar, kurallar yoktur, şefin direktifleri vardır. Saygın olan yalnızca şeftir ve sonra da gözdeleri, avanesi, alt-şefleri vs. gelir. Tabii, bu iki ucu olan bir psikolojik ilişki ve bağdır; zalimi yaratan mazlumdur —direnmediği takdirde. Müteselsil sorumluluk sırasıyla şefte, sonra yandaşlarında ve “havarileri”nde, en sonra da halktadır.

Monokratik yönetim biçimlerinin doğal sonucu kölelik, kulluk, kapı kulluğu, gönüllü kulluk (veya gönülsüz), serflik, hakları verilmeyen gruplar, etkisiz yurttaşlar, ücret köleliği vs.’dir. Makyavel ve Montesquieu’den esinlenerek “Doğu’da bir kişi (despot), eski Yunan’da birkaç kişi (“yurttaşlar”), döneminin Prusya’sında herkes “özgürdür” diye zırvalayan Hegel’in son tahlilde vardığı noktanın Prusya kralını yüceltirken “sığındığı “grund norm”un “vahyedilmiş din” olması tesadüf değildir. Monark da, kilise de tanrının yeryüzünde “marş marş yürüyen, ilerleyen” elçileridir. Din prangasının ve “Allah’ın izniyle, devlet benim” diyen monarkların hükmünün kırılması, Aydınlanmayla, Rousseau ve Kant’ın yoklamalarıyla, Diderot ve Hume’un ateizmiyle mümkün olmaya başlamıştır. Bu düşünsel süreç Marx’ta en olgun dozuna ulaşmıştır. Tabii, bu düşünsel süreç ile yükselen devrim hareketlerini ve sınıf mücadelelerini birlikte düşünmek gerekir.

***

Anadolu (Diyar-ı Rum) halkı, Osmanlı Hanedanı tarafından Doğaüstü İlahi Hukuk Doktrini’ne göre yönetildi ve din ile Allah’ı, ulema sınıfı marifetiyle tartışılmaz referans olarak kullanıldı. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş ilkelerine göre ve halkın iradesine uygun olarak yönetildi. Çünkü Cumhuriyetin anayasası ve yasaları, halkın iradesini temsil eden TBMM tarafından yapıldı. Gerisi lafügüzaftır!

Ancak 2002’den itibaren durum değişti. O yıldan bu yana, yukarıda açıklanan otokratik ve teokratik görüşlerden ilhamlı döndürücü bir yöntem benimseyen AKP, iktidar kullanımını ebedileştirmek için gayret sarf etmektedir. Demokratik seçimle iktidara geldi ama devleti Tanrısal ve dinsel referanslara göre yönetmek çabası içinde. Şimdilik demokrasi gereği genel seçim yapıyor ama nasıl? Popülist iktidar kimliğiyle kendisine köle seçmen yaratmak peşinde. Hatta kadrolu bir seçmen kitlesi bile yarattı. Bunu büyük ölçüde başardı. Cumhuriyetin niteliklerinden olan demokratik ve laik hukuk devletini yok sayıp sosyal devlet niteliğini ulufe ve rüşvet örgütüne dönüştürerek amacına ulaşmak istiyor.

2007 yılından itibaren, hukuk ilkesini yok sayarak, onu yok ederek demokratik halk idaresini temsil eden kuvvetler ayrılığı ilkesi ile bu ilkenin kurumları olan parlamento, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, Yüksek Seçim Kurulu ve diğerlerini işlevsiz hale getirdi ve Cumhuriyeti Doğaüstü İlahi Hukuk Doktrini ’ne göre yönetmeye başladı. Mesleksiz yığışım kitlesini ulufeye bağladı. Ülkede 10 milyon dolaylarında işsiz ve mesleksiz bir kitle var. Bu kitleyi rüşvet vererek (bir toprak ağası gibi çocuklara DESTE 200’lük para dağıtarak) köle seçmen haline getirdi. Taraflarını kendisine “poposunun kılıyız” dediği, İtalyan siyaset kuramcısı Nikola Makyavelli’nin “yığın” olarak adlandırdığı bu kitle “toplum” değildir. Yığın, otoriteye itaat ederek hareket eder. Toplum, bireylerden oluşur, sorgular, örgütlenir. Ben bu yığışıma geçirimsiz (impermeable) kitle diyorum. Demokrasinin ayağında bukağıdır bu kitle. Çünkü cahil ve siyasi bilinçten yoksundur.

***

Yarım asır önce, Fransa’ya gelişimin o ilk yıllarında Nasrettin Hoca hakkında Fransızca bir kitap bulup satın almıştım. Yazarı Jean Paul Garnier, 1958 basım tarihi (“Djoha-Hodja Nasreddin: Qui est le personnage?”) kitapta hem hocanın pek bilmediğim yaşamına ışık tutuyor, hem de (“101 histoires de Djeha-Hoca”) Hoca’nın yüz bir öyküsünü gençlik, erişkinlik, bilgelik dönemlerine göre sıralıyordu.

“Bilgin ve Cahiller” (Érudits et Ignorants) öyküsünde Nasrettin, Hortu’daki imam vekilliği sürecinde, bir cuma günü, hutbeye çıktığında sorar: “Ey cemaat, hangi konuda vaaz vereceğimi bilir misiniz?” “Bilmeyiz” diye yanıtlar. Hoca, “Öyleyse size anlatmak uzun sürer” deyip kürsüden iner.

Ertesi cuma, yine hutbeye çıktığı kürsüden, aynı soruyu sorar. Ama cemaat, bu kez hazırlıklıdır. Ahaliden bir avazda, “Biliriz!” yanıtını alan imam Nasreddin; “Öyleyse vaaza gerek yok” deyip yine evine döner.

Bir sonraki cuma, ehli müslim düşünmüş, taşınmış, kurnazlaşmıştır. Aynı soruya, “Kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz!” yanıtını verirler. “âlâ!” der, Nasreddin Hoca. “Öyleyse bilenler bilmeyenlere anlatsın!” Ve kürsüden inip, evine döner.

Nasreddin Hoca’nın öykülerini bilsin bilmesin, herkesin belleğine “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” sonucuyla bir özdeyiş olarak kazınan bu zekice fıkrayı; önümüzdeki ay yapılacak iki seçimi düşünürken yine anımsadım.

İmam değilim, mizahta Nasreddin Hoca’nın tırnağı olamam, ama yine de sormak istedim halkımıza, hem de çok:

“Ey ahali! 14 Mayıs Pazar günü, eline verilen pusulalarda kime ve neye evet mührünü basacağını gerçekten biliyor musun?”

 Türkiye, laikliğin en azından mahkeme önünde geçerli olduğu geçmişinde, kesintili de olsa demokrasiyle yönetilen biricik Müslüman ülkesiydi. Son yirmi bir yılda laikliğiyle birlikte demokrasiyi de yitirdi.

Ey ahali!

İşte İslam dünyasının hali: İster zengin olsun ister yoksul, hiçbir Müslüman ülkesinde çağdaş eşitlik yok, huzur yok, özgürlük yok, yurttaş bilinci yok, çünkü demokrasi yok.

Tam da bu nedenlerle, ağır baskılara uzun soluklu boyun eğdirilmiş olarak toplumsal patlama sınavlarını vermiş, bir o kadar güçlü başkaldırılarla, kaybettiklerimizi kazandığımız bir toplumsal tarihimiz var.

Seçim sandığı önemli bir sınavımız daha olacak.  14 Mayıs 2023 seçimi, kurtuluştan sonra, Türkiye tarihinin en önemli dönemecidir. Tarihe de “dünyanın kaderini değiştiren olaylardan birisi” olarak geçecektir. Seçimin ana konusu ülkeyi bundan sonra kimin ya da kimlerin yöneteceği konusu değildir; ülkenin nasıl yönetileceği konusudur.

Ey ahali!

Bu seçimde ; Ya Türkiye’de Erdoğancı otokrasi’nin devamına karar vererek ülkeyi “Despot bir Ortadoğu Emirliği” yapacaksın,

Ya da; “tek adam” rejimini değiştirerek parlamenter demokrasi’yi seçip ülkeyi “Uygar ülkeler topluluğu”nun yetkin bir ülkesi yapacaksın, pusulaya basacağın mühürle.

Çocuklarının gerçekten geleceğini düşünüyor musun, ey ahali?

Ey ahali! Kurnazlık sandığın bu cehalete, daha ne kadar kul olacaksın?

https://ikinciyuzyil.com.tr

 

reklam

YORUM ALANI

Anonim 13 Nisan 2023 / 14:41 Yanıtla

Detayları ile güzel bir yazı kutluyor sevgilerimi yolluyorum… i Y.

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.