Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

ÜLKEMİZDEKİ SİYASET(SİZLİĞ)İN TAHRİBATI

Son Güncelleme :

13 Nisan 2022 - 1:58

reklam
ÜLKEMİZDEKİ SİYASET(SİZLİĞ)İN TAHRİBATI
reklam

ÜLKEMİZDEKİ SİYASET(SİZLİĞ)İN TAHRİBATI

Memleketini seven her yurttaş gibi, her dost sohbetinde aynı karamsarlığa kapıldığınızı, çocuklarınızın torunlarınızın geleceğine dair dile getirmeye bile korktuğunuz endişelere sahip olduğunuzu, umut ışığı göremediğinizi, dönüp dolaşıp “ne yapmalı ?” sorusuna cevap aradığınızı biliyorum.

Çünkü… Siyasi tarihimizin belki de hiç bir evresinde olmadığı kadar tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İri cüssesiyle dikkat çekiyor ülkemizde siyaset. Her gün haberi başta geliyor. Siyasetçi var, illet zillet vatan hainliği ile siyasi dilde sınır tanımıyor, siyasi kamplaşma ileri seviyede, siyasi ayak oyunları aleni, siyaset mühendislikleri parmak ısırtacak teknolojiye ulaştı ama sadra şifa siyaset yok. Sataşmalar her geçen gün bir kat daha ağırlaşıyor, toplumu bölüyor, parçalıyor, kamplaştırıyor. Birbirimize kulaklarımız sağır, gözlerimizi kör brakıyor. Bize duymak istediklerimizi söyleyenler makbul, bizi eleştirenler ve uyaranlar ise zararlı kılınıyor. Her birimizin mutlak doğruları var; hiçbirimiz yanılmış olabileceğimize veya yanlış yaptığımıza inanmıyor duruma geliyoruz. Kendilerini hep en doğrunun temsilcileri olarak görenler ötekilerine ya acıyorlar ya da dillerinin keskin ucuyla boyuna doğrayıp duruyorlar. Hep yanlışta olan başkaları; hiç kimse kendi mahallesindeki bu mutlak doğrucu fanatizmle yüzleşme cesareti gösteremiyor; kendi kampındakileri eleştirenler anında ihanetçi yaftası yiyor.

Kamplaşmaktan en çok şikâyet edenler, nedense kutuplaştırmayı çatışmaya dönüştürenler. Ne yaman çelişkidir bu. Pusuya yatmış avcılar misali eksik ve kusur arıyoruz birbirimizi vurmak için. Peki sonuç? Karşımızdakini düşman gören zihniyet, bize her türlü yanlışı yaptırabiliyorsa insanlıktan fersah fersah uzağız demek. Hiçbirimiz karşı kampta gördüğümüz birini artık dinlemek istemiyoruz. Ne dinlemesi, görmek dahi istemiyoruz. Bırakınız karşı kamptakileri kendi mahallemizde bizden farklı düşünenleri bile imliyoruz anında.

“BİZDEN OLANLAR-OLMAYANLAR” BİÇİMİNDE AYRIŞTIRMAYA KALKIŞMAK… 

Biz ve onlar… Çağımız insanının aidiyet ve karşıtlık ilişkisi üzerinden sıklıkla duyduğu, önemsediği ve ne yazık ki benimsediği kelimeler. İster siyasette seçmen, ister ekonomide tüketici olsun herkes kutuplaşmayı besleyen, körükleyen, diri tutan her söylemi duymaya açık ve hazır.
Bu durumun siyasette karşılığı, benzer hali, az gelişmiş demokrasilerin yarattığı sağ popülist liderlerle yönetilen ülkelerde sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkelerdeki sağ popülist liderlerin ortak özelliği, yüksek perdeden nutuklar atmak ve kitleleri “biz” ile “onlar” olarak ikiye bölerek, tercihlerini yönetmektir. Oluşturulan “biz” ayrıcalıklıdır. Kural tanımadan, etik sınırlar umursanmadan “biz” korunur, kollanır. İhale verilir, istihdamda öncelik tanınır, sosyal yardımlar yoluyla bağımlı hale getirilir. Türkiye’de 2002 yılından bu yana, AKP ve liderinin, kutuplaştırma siyasetini dayattığı, çok da başarılı bir şekilde sahneye koyduğu hepimizin malumu. Ülkeyi kesintisiz olarak yirmi yıldır yönettiklerine göre, sonuç aldıkları da ortada. Ekonomide alt sorunların olmasına rağmen radikal bir küçülmenin olmadığı, hayat pahalılığının baskın hale gelmediği seçimlerde AKP hep kutuplaşmadan beslenerek çıktı.
Kendilerini “Dinin sahibi/jandarması” olarak görenler, hâkim oldukları yerlerde ve makamlarda yeryüzünü sadece başkaları için değil aynı dine mensup olup farklı düşünen ve yaşayan insanlar için de cehenneme dönüştürüyorlar. Elbette bazıları konforlarının devamı için ‘itaat’ edip kendilerini mutlu hissetmeye devam edeceklerdir. Ama bilinmeli ki vicdanları yaralayan bunca kirlilik hiçbir iktidar için hayırlı bir sonuç üretmeyecektir.

Din devleti gönüllerde kurulur. Ama din devletini bedenler üzerinden kurmaya kalkışanlar ne yazık ki gönülleri yıkıyorlar ve gönüllerdeki o yüce din algısını yerle yeksan ediyorlar. Oysa ki devletin dini adalettir. Adaleti olmayanın dini de sözden ibarettir. Marifet, zayıf iken adaleti savunmak değildir. Asıl marifet, güçlü iken adaleti dimdik ayakta tutmaktır.

Kendi dinimizden olanları dahi kendi cemaatlerimiz, kendi tarikatlarımız, kendi ırklarımız, kendi mezheplerimiz, kendi derneklerimiz üzerinden “bizden olanlar-olmayanlar” biçiminde ayrıştırmaya kalkışırsak, dahası cemaatimizden, tarikatımızdan, ırkımızdan, mezhebimizden, derneğimizden olanları diğerlerinden üstün görmeye başlarsak, Arafat Dağı’ndan seslenen o sevgililer sevgilisinin ortaya koyduğu ölçülerden sapmışız demektir.

DUYGUSUZLUKLARLA VE SIYASETLE BÜTÜNLEŞEN DİNİ HAYAT

Toplumumuzda dini hayat, propaganda için üretilen duygusallıklarla bütünleşmiş bulunuyor. Duygusallıklarla bütünleşen dini hayatın/yapıların, zor zamanların sorunlarıyla baş etmesi beklenemez, beklenmemelidir. Popüler ilgilerle sınırlı hayatlar yaşadığımız için, gerçek ilgilere yabancılaşıyoruz. Dikkatimizin merkezine koyduğumuz şeyler, hayati şeyler değil. Kısa vadeli politik/ekonomik/maddi çıkar ufukların dışında kalan, uzun vadeli bir ufkumuz/vizyonumuz yok. Olayların iç yüzünü görmeyi başaramadığımız için, olayların dış yüzü etrafında sürekli olarak tartışıyor ve maalesef zihinsel bölünmeler yaşıyoruz. Ne geleneksel aklı, ne de modern aklı gereği gibi davranıyoruz. Gerçek anlamlarını yitirmiş absürd sözcüklerle konuşmaya devam ediyoruz. Algı kurbanları olarak, birbirimizle çatışıyoruz, algılarımızı yönetenlerle değil. Medya uyuşturucuları, hizip, cemaat, parti/mezhep uyuşturucuları tarafından zihinlerimiz malûl hale getirildiği için, bütün yalanlara kolaylıkla inanabiliyoruz. Herkes bize yalan söylemeye cesaret edebiliyor. Algılarımızı, bilincimizi İslami anlamda temizleyemediğimiz, arındıramadığımız için, zihinsel durumumuz bağımsızlığını yitirmiş, her tür yanlış yönlendirilmeye açık hale gelmiştir.

Hatırlarsınız ; 2017 referandum tartışmaları sürecinde Cumhurbaşkanımız Bursa’da toplu açılış programında ; ”Bu halk oylamasında ‘evet’ çıkınca sadece ülkemizin yönetim sistemi değişecek, emin olun bu durumda da her şey eskisinden daha iyi olacak. Türkiye koalisyon tartışmaları olmadan, istikrar ve güven ortamı tehdit edilmeden yönetileceği bir döneme girecek. Buna karşı çıkacağım derken dünyanızı da, ahiretinizi de tehlikeye atmayın“ ifadelerini kullanmıştı.

Ben şu ana kadar böylesine ağır derecede bir din istismarı hiç görmemiştim diye yazmıştım 9 Nisan 2017 tarihli paylaımımda. Bir Cumhurbaşkanı siyaset için ahiret mesajı verebilir mi? “Evet”i pazarlamak için seçmene resmen cennet vaat edebilir mi? “Hayır”dan caydırmak için cehennemle gözlerini korkutabilir mi? Bir insanın cehenneme girmesine kim karar verir. Şu cehennemlik, şu cennetliktir demek Allah’a aittir.

Ahireti tehlikeye atıp atmama konusunda bile karar merci artık sadece Allah değilse, söz konusu yetkiler sanıldığından daha büyük!

KOLTUK İSTİKRAR İHTİYACI İÇİN SİYASET(SİZ)LİK

Piyasaya, tüketime, hiçliğe, hazza, modaya, narsizme, köleliğin özgürlük sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendimizi İslami bir topluma nispet ediyoruz, ancak, İslam hiçbir şekilde hukuka, siyasal/ekonomik/toplumsal düzene yansıtılamıyor. Kavramların, değerlerin, ilkelerin içinin boşaltılmasına, sınıf mücadelesinin yerini kimlik siyasetinin almasına koşut olarak, iç ve dış siyasette, akademide, kültürde, sanatta yoğun bir değişim ve çözülme yaşanıyor. Bu değişim toplumda, yoğun bir çürümeyi, yozlaşmayı, bencilliği, benmerkezciliği de beraberinde getiriyor ülkemizde. İçerik geriye itilirken imaj öne çıkıyor. Emeğiyle geçinmek ve dürüstlük değersizleşirken hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, torpil, iltimas kabul görüyor. Bilgi, çaba, erdem, tutarlılık, ilkeli olmak anlamını yitirirken cehalet, fırsatçılık, ilkesizlik, tutarsızlık, her devrin adamı olmak, cehaletten beslenen küstahlık, şımarıklık yaygınlaşıyor. Olguların önemi zayıflarken algı yönetimi güçleniyor.
Sıklıkla yinelemekte yarar var: Bilgi sahibi olmak, emek ve özveri gerektirir. Bilginin bilince dönüşmesi de zorlu, çok çaba gerektiren bir süreçtir. İkisi birbirini besledikçe, tamamladıkça, taçlandırdıkça, fikirler olgunlaşır, güçlenir. Kavramsal bilinç, ideolojik berraklık, politik tutarlılık pekişir.
Siyaset; bunlara yaslanırsa, bu temeller üzerinde yapılırsa etkilidir. Siyaset; örgütlü olursa, halka dayanırsa sonuç alıcıdır. Çünkü siyaset; önüne konan cam ekrandan, danışmanlar tarafından yazılan metinleri okuyup halka seslenmek değildir. Devlet yönetimine aday olanların, tarih, coğrafya, hukuk, iktisat, siyaset, toplumbilim, strateji başta olmak üzere, çok güçlü bir altyapıya sahip olmaları gerekir.
Her durumda siyaset tarihle birlikte hareket eder. Bağımsız bir siyasal irade ortaya koyamayan toplumumuz, bu nedenle bugünün korkunç tarihinin kötülüklerine bağımlı hale gelmiştir. Etkin siyaset üretemeyen toplumumuz, sonu belirsiz siyasal süreçlerle ve stratejik belirsizliklerle sınanıyor. Toplumumuzda adalet ilkesinin yerini maalesef yüksek sesle siyaset konuşulan koltuk istikrar ihtiyacı siyasetsizlik almıştır. Siyasetsizlik, ülke meselelerinin siyaset yoluyla çözülememesi ve ilaveten siyasi dil nedeniyle o meselelerin derinleşmesidir. İktidar, en büyük ve kudretli, hatta sınırsız güç sahibi bir siyasi unsur olarak artık çözüm gücü değildir. Aksine, bir şekilde taraf olduğu meseleleri daha da derinleştirici rolden kurtulamamaktadır….

İKTİDARI KAYBETME KORKUSU

Geçen hafta Cumhurbaşkanı ile Tokat’ta tarımla uğraşan çiftçilerin tarımda yaşadıkları sorunlarını konuşmak üzere düzenlenen toplantıyı izlemişsinizdir. Büyükbaş hayvancılıkla uğraşan kadın çiftçi “yemlerin pahalılığından” yakınırken Cumhurbaşkanı pek oralarda olmadı; yanında oturan Tarım Bakanı’na dönüp: “Bak Vahit, dedi. Öyle Uruguay’dan et getirmemize gerek yok. Buradaki hayvanları kesip ramazanda et sıkıntısını atlatırız. Sen bu işi hallet.”
Tarım Bakanı bu arada karkas et fiyatlarıyla ilgili bir şey söylemek isterken de azarı işitti: “Bırak şimdi karkası markası, sen hayvanları al.”
Beslediği hayvanların yemini dile getirirken hayvanları kesime kaptıracak kadın şaşaladı. Bakan da bu buyruğu nasıl yerine getireceğini düşünüyordu: “Efendim bakalım, hayvanları satarlar mı?” diyecek oldu. “Satarlar satarlar. Biz isteyince verirler.”
Bitti gitti. Yemden yakınan kadın hayvanlarından oluyordu. Neden böyle olmuştu? Çünkü Cumhurbaşkanı, kırmızı et tedariki konusuyla doluydu. Et fiyatları hızla artıyordu ve bu pahalılık kendi iktidarı için bir tehditti. Cumhurbaşkanı için bu toplantı da, burada dile getirilenler de, yaşanan sorunlar da bir tek amaç için önemliydi: İktidar. Hayvanları beslemekle zorlanan köylülüyü düşünen var mı ?
Toplantıda söz alan arıcı da bir şey anlatacaktı ama anlatamadı. Cumhurbaşkanı’nın aklına “kestane balı” gelmişti. “Bakın” dedi, “size şifalı bir şey anlatayım. Ben akşamları yatmadan önce manda yoğurduna, birkaç Medine hurması, bir kaşık kestane balı, biraz yulaf koyar yerim. Çok şifalıdır. Siz de yerseniz fayda görürsünüz.”
Toplantıdan da – arıcının yaşadığı sorunların yerine – bu karışım akıllarda kaldı. Manda yoğurdu. Medine hurması. Kestane balı. Yulaf. Sonradan bunlar hesaplandı, fiyatları açıklandı, vatandaşın bu karışımı neden yiyemeyeceği anlatıldı. Oysa, Cumhurbaşkanı’nın bilinçdışı, mesajlarını çok net veriyordu: “Ben sizden farklıyım. Ben sizden üstünüm. Siz haddinizi bilin.”
İşte “iktidarı kaybetme korkusu”nun temeli de budur. Cumhurbaşkanı’nın bilinçdışı “iktidarı kaybetmek korkusunu” bir takıntı olarak kaydetmişti. Artık her şey “iktidarı korumak için yararlı” ile “iktidarı kaybetmek için etkili” arasında yer alıyordu. “İktidarı kaybetmek”, artık demokratik sistemdeki bir nöbet değişimi değildi. “İktidarı kaybetmek” her şeyi kaybetmekti. Gücünü kaybetmek, güvenliği kaybetmek, itibarı kaybetmek, yetkileri kaybetmek, sahip olunan her şeyi kaybetmekti.
Ama işte atalar yıllarca deneyimden sonra sözlerini söylemişler: “Korkunun ecele faydası yoktur”… Bu oyun bitti artık, Türkiye, bir kişinin hayallerini daha fazla kaldıramaz.

BU PSİKOLOJİK HARPTEN ÇIKMAMIZ GEREKİYOR

İtalyan yazar ve romancı İtalio Calvino’nun Citta İnvisibili (“Görünmez Şehirler”) adlı eserinde Marko Polo’ya söylettirdikleri belki az da olsa işimize yarar:

“Cehennem gelecekte olan bir şey değildir. Eğer cehennem diye bir şey varsa, o halihazırda buradadır. Biz onu birlikteliğimizden yarattık ve onu her gün yaşıyoruz. Ondan çekilen acıdan kurtulmanın iki yolu var: Cehennemi kabul edip, onu görmeyecek kadar onun parçası olmak; ikincisi daha risklidir ve sürekli uyanık olmayı gerektiriyor: Cehennemin orta yerinde kimin ve neyin cehennem olmadığını ara, öğren ve katlanmalarına yardımcı ol, onlara alan aç.”

Evet, acilen bunları yapıp şu an içinde yaşadığımız tam anlamıyla psikolojik harpten çıkmamız gerekiyor.

Sorun artık sorumluluk sahibi, vicdan sahibi, özellikle makam sahibi herkesin bilinçle, sağduyuyla, akılla, vicdanla davranması gerekiyor.

reklam

YORUM ALANI

Anonim 13 Nisan 2022 / 02:26 Yanıtla

GÜZEL bir yazı olmuş…

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.