Hataylı Depremzedeler: Sesimizi Duyan Var mı?
İlk defa 1999 Gölcük Depremi ile duyduğumuz ve göçük altında kalan insanların sağ olup olmadığını öğrenebilmek için sorulan soru, “Sesimi duyan var mi?” sorusuydu. Görüldü ki devlet, aradan geçen 24 yıl içinde ne deprem öncesinde ne de deprem sonrası için neredeyse hiçbir tebdir almamış. Bu son yaşadığımız depremde de sık sık duyduk bu soruyu. Yardım organizasyonunda yaşanan gecikmeler, arama ve kurtarma çalışmalarının 4 gün sonra geldiği, Hatay’ın merkez ilçesi Antakya’da AFAD kurtarmalarının başlatılmasıyla – aralarında aile fertlerimin de bulunduğu – enkazın altında kalan ve beklediği yardımı bir türlü alamayan insanlar, yukarıya doğru bağırıyorlardı:
“Sesimizi duyan var mı?”
Sadece benim şehrim, Antakya değil yıkılan. Antakya’nın çevresindeki ilçelerin büyük çoğu yıkıldı. Daha önce başka bir yazımda da yazmıştım. İngiliz yazar Virginia Woolf (1882-1941), annesini kaybedene kadar yazlarını ailesi ile birlikte St. Ives’ta geçirir. Orada geçirdiği zamanların ondaki etkisini şöyle anlatır:
“Birinin geçmişi… Çocukların bahçede koştuğunu görüyorum. Gecede denizin sesi. Neredeyse hayatın kırk yılı, hepsi onun üstüne kurulu, öyle nüfuz etmiş ki asla açıklayamam.”
Binlerce kilometre uzakta olsam da artık o doğup büyüdüğüm, gençliğimin şehri Antakya’da yaşamasam da hatıralarım yok oldu, çocukluğum enkaz altında kaldı. Bir ben değilim üstelik. On binlerce insanın çocukluğu enkaz altında kaldı.
Aradan dört buçuk ay geçti. Deprem üzerine söylencek sözlerin hiçbiri depremzedelerin çığlığı ve umutla sarıldıkları “Sesimi duyan var mi” seslenişi kadar etkili ve kalıcı olmadı.
Burada soru, sadece duymak fiiliyle değildi; “duyarlı olmak” boyutuna da açılıyordu. Tıpkı sağırlığın her zaman fiziksel sorunlarla değil, bazen yürekle de ilgili olması gibi.
***
Kahramanmaraş merkezli deprem Hatay’da on ilin toplamından daha büyük bir yıkım yarattı. Hatay’da ölüm sayısı diğer on ilde ki toplam ölüm sayısından daha fazla! Yıkılan bina sayısı gene on ilin yıkım sayısından daha fazla. Aradan geçen dört buçuk ayın ardından diğer kentlerin bazılarında hayat nispeten normale dönmüş olsa da Hatay’da durum daha farklı. Depremin vurduğu diğer hiçbir kentte olmadığı kadar ürkütücü. Hatay’ın, kentin kalbi Antakya’yı görenler, bu kentin ayağa kalkması için olağanüstü bir çabanın yeterli olmayacağını anlar. Kentin tamamına yakını, yıkılmış ya da yıkılmayı bekleyen binalardan oluşuyor. İnsanıyla, kültürüyle kadim olan Hatay, önce kaderine terk edilmiş, şimdi ise umursamazlıkla hoyratlık karışımı bir tavra maruz kalıyor.
Çocukluğumun, gençliğimin şehri Antakya’da hayat normale dönmüyor: Hijyen ve barınma sorunları sürüyor. Antakya halkı, ikincil afet olarak nitelendirebileceğimiz molozlarla beraber yaşıyor. Enkaz kaldırma kamyonları durmaksızın moloz taşıyor. Yıkım çalışmalarının devam ettiği kentte, en büyük sorunlar arasında asbest, susuzluk, çadır yaşamı zorluğu ve olağanüstü derecede sağlığı ve yaşamı tehdit eden haşere sorunu yer alıyor. Havaların ısınmasıyla birlikte kentin kırsal ve merkezi yerleri de dahil olmak üzere hem çadırda, hem de konteyner alanlarında depremzedeler sivrisinek, yılan ve diğer haşerelerin fazlalığı gibi sorunlarla karışı karşıya. Yine depremzedelerin en çok mağdur olduğu konulardan biri de temizlik ve içme suyu yoksunluğudur. Herkesten duyulan ise “Temizlik yok, yıkanamıyor, içecek su bulamıyoruz’’.
Son günlerde izlediğim bir TV röportajında, İskenderun ilçesinde depremzede vatandaşlar mahallelerinde 20 gündür suların kesik olduğunu, perişan olduklarını ellerindeki bidonlarla bir araya gelerek sokaklarda tepki gösterdiler;
“Yaşamaktan bıktık. Depremden kurtulduk susuzluktan ve hastalıktan öleceğiz. Günlerdir bizi susuz bıraktılar. Halen çözüm yok. Biz kimseden aş, ekmek para istemiyoruz sadece parasını ödediğimiz suyu istiyoruz. Görevini yapamayanlar istifa etsinler.”
İzlediğim başka bir TV röportajlarında Antakya’da bir depremzede şunları anlatıyor:
“Gündüz sıcaktan gece sinekten uyuyamıyoruz. Haşerelerin çocuklara ya da bize zarar vereceği korkusu da sürekli devam ediyor. Zaten doğru dürüst bir temizlik yok, yıkanamıyor, çamaşırlarımızı yıkayamıyoruz. Bırakın yıkanmayı, içecek su bile bulamıyoruz. Sadece biz değil, Hatay’ın genelinde içme suyu sıkıntısı var. Depremin üzerinden 4 ay geçti, ölen yakınlarımıza mı yanalım, şu anda içinde bulunduğumuz duruma mı üzülelim şaştık kaldık. Çocuklarım bana ‘Anne biz artık ömür boyu çadırda mı kalacağız, bizim evimiz olmayacak mı?’ diye sormaya başladı. Umarım sesimizi duyan olur da bizi bu durumdan kurtarırlar.’’
***
İnsanların yaşarken ölüyoruz demesi kadar acı bir durum yok! Hataylı hemşerimizin kaygıları çok, umutları yok! İşsizlik en büyük çaresizlik olmuş… Yaşam şartları en dibe düşmüş… Hizmetler minnete kalmış… Yaşam koşulları evvele dönmüş… İnsanlar bu kaygıları/sorunları ile kalmış… Yüzbinlerce canımız Hatay’ı terk edip ülkenin her tarafına savrulmuş… Gidenleri kiralar yakmış… Kurumlar fatura tahsiline başlamış…. İş yok, barınma yok, para yok… Sefaletle boğuşuyor insanlarımız.
Yetkililer yaşayanları algılayamıyor, acının ve tepkinin büyüklüğünü hissedemiyor, bu “her şey normalmiş gibi yapma hali”nin nerelere yol açabileceğini görmüyor.
Sonuçta milyonların sesini duymuyor.
“Devlet olarak tüm gücümüzü ve personelimizle bir an önce depremzede vatandaşlarımızın yardımı koştuk…”
İktidarının 21’inci yılında devleti yöneten, Türkiye’nin “İkinci Yüzyıl”ına talip Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle söyledi. Seçimlerden önce deprem bölgesine gitti; ‘Üstesinden geldik’ dedi. Ama devletin o tüm gücü enkaz altında “Yardım et baba” diyen kız çocuğunu ve binlercesini kurtaramadı.
Hatay Antakya’da bulunan, “cennetten bir köşe” sloganıyla satılan 250 konutlu Rönesans Rezidansta da 53 kişi hâlâ kayıp. Kayıplarını arayan aileler ise duruma tepkili; “DNA sonuçlarından hâlâ bir şey çıkmadı. Uzun süreler alabileceği söyleniyor. Hiçbir yerde yoklar. Rönesans’ın enkazının bir kez daha incelenmesini istedik ancak kimseye sesimizi duyuramadık. Sadece ‘bekleyin’ diyorlar, beklemekten yorulduk” diye isyan ediyorlar.
Onları çaresiz bırakan “Devletin tüm gücü”ydü aslında. O güç günlerce harekete geçmedi. Dört gün boyunca betonlar arasında kalan insanları yalınız bıraktı.
Aradan dört buçuk ay geçti o güç hâlâ sesiz kalıyor.
20 yıldan fazla bir süre ‘deprem vergisi’ veren Hatay halkını çaresiz bırakıyor. “Devletin tüm gücü”.
Peki bu durum sürdürülebilir mi?…
Hayır….
Bu durum….
Ne siyasî olarak sürdürülebilir…
Ne de :
İnsanî olarak sürdürülebilir…
***
Bu şartlarda artık şu ünlü “sesimi duyan var mı?” sorusunu bu çok tecrübeli Türkiye’nin “İkinci Yüzyıl”ına talip lider ve yöneticilere yöneltmenin zamanı geldi:
Hey oradakiler, sesimizi duyuyor musunuz?
Hatay’ın özel afet bölgesi ilan edilmesi için ne yapılmalı?
Ölüm orucu mu tutalım!
Bu kadar çığlık niye duyulmuyor!
Hatay halkı yine bağırıyor! Bizi duyan var mı?
Yeter artık dört buçuk ay geçti! Artık Hatay’ı özel afet bölgesi ilan edin. Hatay öksüz kalmasın!
Hatay halkının sesini duyun.
Bu derece izdirabi çeken insanlar nasıl oldu da sorunlara çare bulamayan yenetime devam diye oyunu yine AKP partisine ve RTE a verdi anlaşılmis değil !??.