“BEN DEVLETİM!”
13. Louis, 1743’te öldüğünde Fransa Avrupa’nın en önemli devletlerinden biri hâline gelmişti. Ancak 14. Louis olarak tahta geçen oğlu on dört yaşındaydı. Devleti Başbakan Kardinal Mazarin yürütmeye devam ederken, İspanya’ya karşı savaşı finanse etmek için çıkartılan yeni vergilerin bir kısmını onaylamayan, inceleme bahanesiyle geciktiren Paris Parlamentosu’na aniden gelir, genç kral. Üzerinde av kıyafeti vardır. Tartışılan kraliyet kararlarının kendisinin önünde hazırlanıp, okunmuş olduğunu belirtip, parlamentonun karışıklık yaratmasını eleştirir. Parlamento başkanının söz konusu olanın devletin çıkarları olduğu için kraliyet kararlarının incelenmesinin gerekli olduğunu belirtmesi üzerine, rivayet olunur ki, genç kral, kamçısını çalımla koltuk altına yerleştirirken, “Devlet, benim!” (l’État c’est moi!) der.
14. Louis’in “devlet benim” dediği, bu sözün krallık otoritesini gösterdiği hemen hemen her yerde söylenir. Uzun yıllar ben de bunun böyle olduğunu zannettim. Ancak Fransa tarihiyle ilgili okumalarım sonucunda 14. Louis’in böyle bir sözü olmadığını gördüm. Birçok tarihçi bunun doğru olmadığını ifade eder. Stephen Lee, 14. Louis’in hiçbir zaman “devlet benim” demediğini bunun Voltaire tarafından yaratılan bir efsane olduğunu söyler.
14. Louis ölüm yatağındayken ise söylediği iddia edilen “devlet benim” sözünün aksine “Şimdi ben gidiyorum fakat devlet her zaman ayakta kalacak” demişti.
14. Louis parlamentoda “Devlet, benim” dememiş olsa bile, uzun hükümdarlığında kralla devletin bütünlüğünü, birbirlerinden ayrılmaz birliğini savunmuş ve bunu bir rejim biçimine dönüştürmüştür. Bu anlamda modern mutlak monarşinin prototipi kabul edilir.
Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan, 16 Mart 2016’da 22. Muhtarlar Toplantısı’nda şöyle konuşmuştu: “Tayyip Erdoğan gitsin demek, bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın, demektir.” Kısacası “ben gidersem, bu devlet çöker” demişti Erdoğan. 14. Louis’nin ölüm döşeğinde söylediğinin tam tersini söylemiş, kendi unvanını devletle özdeşleştirmemiş, devleti ve onun dayandığını iddia ettiği ilkeleri kendi varlığına bağlamıştı. Tayyip Erdoğan, “devlet, benim” değil, “ben, devletim” diyordu.
***
Almanya doğumlu Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt iktidarı tanımlarken, birlikte düşünmek, birlikte hareket etmekten söz eder. İktidar asla tek bir kişinin mülkünde değildir, bir gruba aittir ve grup bir arada bulunmaya devam ettiği sürece var olabilir.
İktidarı kendi mülkü gibi görmek, onu herkesten kıskanarak kendi tekeline almak, sonra da iktidar tekelini kaybetme korkusuna kapılmak; Siyasi güç alanında bu aşamaya gelindiği, biri diğeriyle çelişkili iki psikoloji ile kendini gösterir. Bir taraftan gücün zirvesine ulaşıldığı inancına dayanan aşırı bir özgüven, diğer taraftansa böyle bir gücü korumanın zorluğunun getirdiği kaybetme korkusundan beslenen yalnızlaşma duygusu. Elde edilen gücü korumanın ancak daha büyük bir güç elde etmekle mümkün olabileceği düşüncesi bir kısır döngü oluşturur. Her bir döngüde güçle birlikte sorumluluk da artar, her sorumluluk artışı daha fazla güç kullanma ihtiyacını beraberinde getirir. Böylece yönetenler, iktidarlarını otoriteye dönüştürmeye mahkum kalır.
Arendt’a göre otoritenin en önemli belirtisi, baskı ya da iknaya gerek olmaksızın, itaat etmesi istenilenlerin, verilen kararı sorgusuz sualsiz kabul etmesidir. Siyaset bilimci, otoriteyi korumak için kişi ya da makama duyulan saygıyı ayakta tutmak gerektiğinin altını çizerken, şiddet uygulama tekelinin devleti ayakta tutmadığını, aksine şiddetin iktidarın elden gittiği zamanlarda ortaya çıktığını; “Güç kaybı şiddete çıkarılmış bir davetiyedir. İktidarın ellerinden kaymakta olduğunu hissedenler, kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine direnmekte zorlandıklarını” belirtir.
“Güvenlik mi, özgürlük mü?” ikilemini, toplumda “olmak, ya da olmamak” boyutuna veya ülkenin beka sorununa taşıdığınız andan itibaren, otorite olarak hak ve özgürlükleri gasp etmek kolaylaşır. Kamu adına otorite kullanan bürokrasi, hukuk ve rasyonalitenin dışına çıkartılmaya ve mutlak otoritenin hegemonya aracına dönüştürülmeye çalışılır. Sorun çıkarabilecek kişiler tasfiye edilir, gözaltına alınır, hapsedilir ve bu şekilde hem onlardan kurtulur hem de diğerlerine gözdağı verilir; böylece sokağın, bütün kurumların susturulması operasyonu hızla yürütülür. Söz konusu tasfiyeden sonra Weber’in “yasal-rasyonel otorite” olarak tarif ettiği bürokrasi ortadan kaldırılır, yerine “iktidar partisinin bir taşeronu” olmaktan öteye geçmeyen ve hukuk değil iktidardaki parti tarafından denetlenen bir yapı oluşturulur. Tüm bunlar hazır olduğunda ise filmin sonuna, asıl senaryonunsa başına gelinir; mutlak, sorgulanamaz bir otorite. “Yüzyılın seçimi”ne giden bugünkü Türkiye’nin fotoğrafı. Adına hala “demokrasi” denen bir siyasal sistemde izahı mümkün olmayan, 2019’da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile yürürlüğe geçen fiili bir durum.
***
Küresel dünya ile entegre olmuş rasyonel bir yönetimi mümkün kılmak, çürümüş devlet aygıtlarını yeniden rehabilite etmek, raydan çıkan demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlükleri yaşatmak için, toplumsal gerginliği sıfırlamak, huzur, barış ve güvenliği sağlamak için, tek adamlıktan kurtulup, herkesin kabulleneceği, kendisini rahat ve huzurlu hissedeceği; hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, kuvvetler ayrılığına dayalı, çoğulcu, raydan çıkan katılımcı demokratik bir yönetimi yeniden yola çıkacak hale getirmeye mecburuz.
Tarihi tecrübenin gösterdiği bir gerçek var: Siyasi iktidar, yani yönetenler, hiçbir zaman sürekli güce dayanarak var olamazlar. Güç kullanımı siyasi iktidarı mümkün kılabilir ama sürekli kılamaz; ortak akla dayalı kolektif güç ise kalıcı kılar…
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun sansasyon yaratan ve en nihayet geçen hafta sonu Tele1’de yaptığı son programda vuzuha kavuşan ortak yönetim modeline dair sözlerini de bu çerçevede okumak iyi olacak. İktidar tüm hızıyla ve gücüyle yeni imajını oturturken Altılı Masa’nın “yol haritası, görev paylaşımı ve yeni anayasa önerisi” ekseninde yoğunlaşan mesaisi doğal olarak kampanyanın asıl unsurlarını ihmal endişesi yaratıyor. Altılı Masa’nın mutabık kaldığı ve Davutoğlu’nun da açıkladığı modelden daha öncelikli olan vizyon, vaat ve icraat yarışı olduğu için Masa’nın kendi iç düzenlemeleri heyecan vermiyor; 20 yılı aşkın süredir devam eden AKP iktidarından kurtulma umuduna adeta çentik atıyor. Türkiye’nin somut gerçeklerini hiçe sayan, “Șahsım Devleti“ rejimin niteliklerini es geçen, fedakârlığı bir masa etrafında toplanmaktan ibaret gören siyasi kadrolar yalnızca kendilerini değil bütün ülkeyi tarihi bir fırsatı tepme riskiyle yüz yüze bırakıyor. Geniş muhalif kesimlerin “bir an önce aklınızı başınıza alın” mesajı işitilmezse bunun faturası ağır olur.
Çok güzel bir yazı.Eline sağlık.Çok beğendim. Selamlar.