Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

“PADİŞAHLARIN SARAYINA EN GÜÇ GİREN ŞEY DOĞRULUKTUR”

Son Güncelleme :

09 Mayıs 2022 - 12:52

reklam
“PADİŞAHLARIN SARAYINA EN GÜÇ GİREN ŞEY DOĞRULUKTUR”
reklam

“PADİŞAHLARIN SARAYINA EN GÜÇ GİREN ŞEY DOĞRULUKTUR”

‘‘Mustafa Fazıl Paşa kâhin miydi, yoksa medyum mu?’’ diye düşünüyorum uzun süredir. Paşa’nın adını işitmemiş olanlar için, kim olduğunu yazayım: Mısır’da ‘‘Kavalalılar’’ hanedanını kuran Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen bir Mısır prensiydi. 1830’da Kahire’de doğdu. İstanbul’da devlet hizmetine girdi, ‘‘nazırlıklara’’ yani bakanlıklara getirildi. Ama zamanın idaresiyle hiçbir zaman anlaşamadı. Mısır’ın ‘‘Hıdiv’ i yani kral yetkilerine sahip valisi olmayı çok istiyordu, olamayınca küstü, Paris’e sürgüne gitti.

Çok zengindi ve zamanın hükümdarı Sultan Abdülâziz’e muhalefet eden Avrupa’daki Genç Osmanlılar’ın önde gelen mali destekçisi oldu. Namık Kemal’in gazetelerini, Ziya Paşa’nın, Şinasi’nin ve ötekilerin yayınlarını hep o finanse etti.

Mustafa Fazıl Paşa, 1867 Mart’ında zamanın hükümdarı Abdülâziz’e hitaben, önce Paris’te “Liberte” gazetesinde Fransızca olarak yayınlan ve daha sonra Türkçe’ye çevirerek, 50 bin adet bastırıp İstanbul’a gönderdiği ve gecelerin birinde gizlice dağıttırdığı 18 sayfalık risalesi sonraları vecize halini alacak olan mektup, ‘‘Padişahların sarayına en güç giren şey, doğruluktur’’ cümlesiyle başlıyor; hak, hukuk, eğitim, din ve daha birçok konuda memleketin batışını önleyecek tavsiyelerde bulunmuştu. Paşa’nın 155 yıl önce yazdıkları bugün de aynen geçerli.

MUSTAFA FAZIL PAŞA’NIN ABDÜLÂZİZ’E TAVSİYELERİ

İdarenin kötülüklerinden padişahın etrafındaki adamları sorumlu tutan Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’i “Bugünkü devletin idare ediş şeklinin kötülüklerinden ortaya çıkan durumdan eminim sizin haberiniz yoktur” sözleriyle koruma altına alarak, şöyle diyordu:

“Eğer, onları (çevrenizdeki adamları) size şikayet etmeye kalkışacak olsalar, kendilerine derhal asi ve edepsiz damgası vurulacaktır. Sizin özel buyruğunuz ile halka zaman zaman temsilciler gönderilsin. Halkın ihtiyaçlarını ve olan bitenin gerçek yönlerini acımasız olarak doğrudan doğruya, yani bizzat huzurunuza çıkarak, size arz etsinler.”

Padişaha türlü övgüler ve temennalarda bulunan Fazıl Paşa “izin buyurursanız” diyerek yaşanan adaletsizliklere, ayrımcılıklara, baskılara, geçim zorluğuna halkın artık tahammülünün kalmadığını söylüyordu:

“Yaşananlar karşısında halkınızda fedakarlık edecek halin ve tahammülün kalmadığını söyleyeyim. Hoşnutsuzluklar susturulmak isteniyorsa da her taraftan işitilmekte. Halkınız iki kısımdır. Hiçbir engelle karşılaşmadan akıllarına gelen her türlü zulmü yapanlar ve zulüm görenler.”

Paşa’nın yazdıklarını okuduktan sonra ‘‘Bu tavsiyelerin muhatabı 1860’ların Osmanlısı mı, yoksa bugünkü 2022’ların Türkiyesi mi?’’ diye düşünüp Mustafa Fazıl Paşa’nın kâhin olup olmadığı hakkında fikir yürüteceğinize eminim…

”Padişahların sarayına en güç giren şey, doğruluktur. Onların etrafında bulunanlar, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. Gözlerini dikmiş oldukları hükümetin lezzetinde ve merkezinde yaşadıkları için halkın çektiği zorlukları tenbellikten geliyor zannederler; devletlerin içine düştükleri zaafı da devletin yaradılışının gereği olan, çaresi bulunmayan bir hadise sanırlar.

…İleri sürüp körüklenen bozgunculuk örnekleri, aslında tamamen dış düşmanlarımızın fesatlıklarından doğmaktadır. Ama bunda şimdiki hükümetin de büyük kusurları vardır. Bir zamanlar yapılmasında hiçbir mahzur görülmeyen en masum hareketler bile artık bir zulüm gibi görünüyor.

…Lâkin şevketli efendim, izin buyurursanız, halkınızda fedâkârlık edecek halin ve tahammülün kalmadığını söyleyeyim. Yer yer yükselen hoşnutsuzluk sadâları her ne kadar susturulmak isteniyorsa da her taraftan işitilmede.

…Beni en fazla korkutan, esir milletlerde olduğu gibi Osmanlılar’da da görülmeye başlanan ahlâk düşkünlüğüdür. Bu düşkünlük her geçen gün artmakta, derinleşip yayılmaktadır.

…Esas olan iyi ahlâktır ve devletlerin o olmadan ayakta kalabilmeleri mümkün değildir. Millet, iyi ahlâkı parıldadıkça yükselir; kötülükler arttıkça da belâsını bulur.

…Halkınız iki kısımdır: Hiçbir engelle karşılaşmadan akıllarına gelen her türlü zulmü yapanlar ve zulüm görenler. Birinci kısımdakiler taşımakta olduğunuz büyük ve sonsuz kuvvettten faydalanarak yapılmaması gereken her şeyi yapmaya cesaret ederler; diğerleri ise zulüm altında ezile ezile iyi ahlâktan uzaklaşırlar. Şikâyet haklarını kullanamamaları yüzünden ahlâklarında bir çözülme başlar.

…Avrupa’daki bütün hükümetler halklarının eğitimiyle uğraşırlar. Onlar böyle fedâkârlıklar gösterip ilerlerken biz neden olduğumuz yerde kalmaya, hattâ gerilemeye razı olalım?

…Milletin hakları devletin garantisi altına alınırsa o millet her fırsatta iyiyi ve doğruyu arar, bilgi edinmeye gayret eder. Cahilliği ve esirliği kabul edenler ise hem alçak, hem de hain olurlar.

…Hâlimizin en fena tarafı, on iki sene önce bize daha müsait görünen Avrupa kamuoyunun bugün tamamen aleyhimize dönmüş olmasıdır. …Fransa’nın, İngiltere’nin ve İtalya’nın idarecileri, ‘‘Bu devletin düzelmesi artık mümkün değildir, mutlaka mahvolacaktır. Artık kendi haline bırakalım, varsın alnına yazılmış çöküntüyü yaşasın. Onu çöküşten kurtarmanın hiçbir çaresi yoktur’’ diye konuşup yazışıyorlar.

…Din ve mezhep insanın ancak maneviyatını yönetir ve bizlere sadece âhıretin nimetlerini vaadeder. …Din bir sonsuz gerçekler bütünü ve bu gerçeklerin muhakemesi olarak kalmazsa, yani dünya işlerine de karışırsa fayda yerine zarar getirir, herkesi telef eder.

…Evet şevketli efendim! Devleti kurtarınız, çünki zaman acele etmeyi gerektiriyor. Devleti kurtarınız. … Gerçi bu devletin şânı ve şerefi tarihlerde pek yüksektir ama şimdiki hâli bir hayli esef vericidir…“

Mustafa Fazıl Paşa mektubunda ; “Beni en fazla korkutan, esir milletlerde olduğu gibi Osmanlılar’da da görülmeye başlanan ahlâk düşkünlüğüdür. Bu düşkünlük her geçen gün artmakta, derinleşip yayılmaktadır.” öngörüşü bugünkü Türkiye’yi yansıtığını söyliyebiliriz.

AHLAKİ VE VİCDANİ PERİŞANLIĞIMIZ

İnsanlar yaşadıkları toplumda siyasal, kültürel ve toplumsal konularda farklı tercihlerde ve farklı görüşlerde olabilirler ama inanan insanları bağlayan bir tek ilke vardır, o da ahlakilik ve doğruluk. Ancak son yılların – bilhassa son gülerde İçişleri Bakanı ile Zafer partisi Başkanı’nın kavgalı – Türkiye fotoğrafına baktığımızda siyesetçilerin müthiş bir savrulmanın yaşandığını görüyoruz. Seviyesiz, kalitesiz ve bencil bir siyaset ülkeyi bacaklarından tutmuş aşağı çekiyor; memleket çaresizce olup biteni izliyor.

Manevi anlamda değer yargılarımızı, güzel özelliklerimizi, vefa duygularımızı kaybettik ! Bu devleti kuran ve ülkeye büyük hizmetleri dokunan atalarımıza hakaret edilmesine bile, sadece sönük, güçsüz, cılız sesler çıkartabildik ! Atı alan Üsküdar’ı geçerken, ülkede yozlaşmadan ne kaldı ? Yolsuzluk, hırsızlık, haksızlık, vurgun ve soygununun yaygınlaşıp, sıradan bir hal aldığı ülke haline geldik. Memlekette yalınız ekonomi ve siyaset değil, hemen her alanda yozlaşma ve zehirlenme var. Hukuktan finansa, ticarete kadar…

Toplum olarak karanlık bir kuyuya düşer gibiyiz… Dibini göremiyoruz ! Ülke zorda, hatta darda. Elde ne varsa yazlık ve kışlık sarayların yapıldığı dönemde sata sata pek bir şey de kalmadı açıkçası. Enflasyonu kontrol edilmiyor, işsizlik almış başını gitmiş, korkunç bir yoksullaşma döngüsü ile toplumun temeli sarsılıyor, gelir dağılımı Cumhuriyet tarihinin en kötü günlerini yaşıyor, rezervler eksiye dönmüş, kur uçuşa geçmiş… Ülkede yalız ekonomi değil, hukuk ta bozuldu ! Sakat olan demokrasi daha çok topallamaya başladı. Adaleti çolak bıraktık, AYM kararlarını, AİHM kararlarını tanımadık. Gerekirse yok hükmünde gördük. Alt mahkemeler üst mahkemeleri tanımaz hale geldi. “Artık AİHM’lik kalmadı diyrerk meydan okuduk. Liyakatsizlik, utanmazlık aldı yürüdü ! Ulus olarak özümüzdeki iyi nitelikleri büyük oranda kaybettik ! Yozlaşma, soysuzlaşma, bozulma, çürüme arttı ! Toplumu kutuplara ayırıp, karşıt görüşler arasındaki kin ve nefreti körüklediler ! Bizim dışımızdaki herkesi düzenli ve sistematik bir şekilde dışladık. Farklı yaşayan, farklı düşünen ne varsa ya kaçırdık, ya hakaret ettik, ya meydan okuduk, ya küstürdük, ya üzdük, ya kelepçeledik, ya keyfimize sıkıntı yarattık. Kadınlara da azınlık gibi davrandık. Bakanlarımızı Instagram üzerinden affettik. Ortadan kaybolan bakan ürettik. Mafya babalarıyla el ele dolaştık, işimize gelince sessiz kaldık, sap dönünce yalanladık. Rantta “Beşli çete”lerle yeni boyutlar açtık. Gün geldi başka ülkelerinin ambargolarını deldik. Cari açığı kapatan vatansever tosunlar yarattık. Kendi haberlerimizi kendimiz ürettik. Medyayı yok ettik. Basını zaten bastık. Basın basanındır dedik. Hâlâ, uzlaşmak yerine inatlaşarak politika yapılıp kurumlar çöketiliyor! “Bal tutan parmak yalar” misali iktidar partisinin sıradan bir büro memuru bile 4-5 maaşla akıl almaz zinginliklere ulaşabiliyor ! Siyasetin merkezinden güç alarak servet yapan kim bilir kaç vurguncu daha var !

İslamcılar iktidarın sunduğu geniş dünyevî nimetler karşısında ruhen çok donanımsız yakalandılar. Daha doğrusu nefis karşısında tasavvufî ya da irfanî geleneğe dayalı erdem ve ruhsal fazilet merkezli korunma sistemleri yetersizdi. Üstelik manipüle edebilecekleri finans kapitalin büyüklüğü karşısında adeta şoka girdiler. Halk tabiriyle ne oldum delisi oldular ve züccaciye dükkânına giren fil misali, yıktılar kadim değerleri eylediler viran.

Güç, kuvvet, ihtiras, kibir, makam, mansıp, şöhret, para, zenginlik, yatlar, katlar, lüks tüketim, lüks dekorasyon, saraylar, yazlıklar, kışlıklar, arabalar, uçaklar gibi büyük hazlar, büyük zevkler karşısında ayakta durabilecek gücü gösteremeyip, materyalist dünyanın nimetlerine kapandılar.

Fotoğrafı geçen hafta bir gazete’de gördüm. AKP Kahramanmaraş İl Başkanlığı bir “vefa iftarı” vermiş. İftar daveti için seçilen yer beş yıldızlı bir otel. En büyük salonu kiralanmış. Protokol için devasa yuvarlak bir masa hazırlanmış. Masanın üzerinde yüzün üzerinde tabak var. Hepsine iftarlıklar doldurulmuş. Öyle ki oturduğunuz yerden devasa masanın üzerine serilmiş iftarlıkların hepsine uzanmanız bile mümkün değil. Ancak ayağa kalkarak uzanabilirsiniz en ortada olanları alabilmek için. Ayrıca zaten masanın ortası da boş bırakılmış çünkü oraya ayağa kalkarak bile ulaşmak mümkün değil.

PEKİ NASIL OLUYOR BU ?

Üstelik bu sofranın hazırlanmasından sadece birkaç gün önce AKP genel başkanı ekonomik sıkıntının olmadığını, geçici olarak bazı fiyatların arttığı ama düşeceğini söyledikten sonra tarihe geçecek sözler sarf etmişken? Ne demişti AKP genel başkanı; “Şükürsüzlük, tatminsizlik, karamsarlık aldı başını gidiyor. Halbuki önce elimizdekilere şükredeceğiz.” [Diyanet İşleri Başkanlığı’nda geçen cuma 81 ilde “Şükür Sana Şekûr” başlıklı hutbe okundu.]

Tayyip Bey, zaman zaman kullanıyor bu tür deyişleri. Bir ara “Nankör” kelimesini kullanmıştı. O da herhangi bir “nimeti inkar eden” anlamına geliyor. “Eline geçenle yetinmeyen, hala bir şeyler isteyen, istemekte artık fazla olan…” Bir ileri merhalede “Gözü doymayan…” insan kitleleri… Bir yerden bakınca böyle gördüğünüz anlaşılıyor toplumun büyük kesimlerini… [Okutulan hutbe’de ; “Bize yakışanın şükür olduğunu ve şükrün nimetleri artırdığını unutmayalım. Nankörlükten, şükürsüzlükten ve kanaatsizlikten Allah’a sığınalım.” denildi.]

Bir süredir toplumun farklı kesimlerinden, işçilerden, emeklilerden “hayat pahalılığı altında ezildik, yandık…” türü feryatlar yükseliyor ve tabii ki aldıkları maaşın iyileştirilmesi isteniyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilere göre
ülkemizde yıllık enflasyon oranı yüzde 70 değil, yüzde 69,97 olarak açıkladı. Şükürler olsun! Ya ülkemizde enflasyon oranı yüzde 70 olsaydı, halimiz nice olurdu diye vatandaşlar olarak halimize şükredelim mi? [Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG)’e göre, E-TÜFE’deki 12 aylık artış oranı yüzde 156.86 olarak gerçekleşt.]

Hülasa, Tayyip Bey ve ekibi aslında devletin sınırsız imkânları sağlayan bir enstrüman olma işlevini değiştirme vaadinde bulundular ve iktidara geldiler. Fakat devletin enstrümanları onları değiştirdi. Özel sektör-devlet ve rant kaynaşmasını, derin devlet-medya ortaklığını, devletin emeksiz ve haksız kazanç kapısı olmasını (ve de rüşvet kapısı olmasını) bitirmeleri bekleniyordu. Ama kamu kaynaklarıyla zenginleşme, ballı ihaleler, “çökme”ler, 4’lü-5’li maaşlar, talan ekonomisi, eş-dost, akraba kayırmaya dayalı kapalı devre sistem/iktidar onları bitirdi.

Şimdi Türkiye’nin yeni ve taze bir anlayışa; kararlı, önünü ve geleceğini görebilen bir harekete, onurlu bir mücadeleye, ayakları yere basan, yerli ancak çağdaş bilgilerle donanmış kadrolara, ufuk açıcı, gerçekçi program ve projelere şiddetle ihtiyaç duymaktadır.

Bütün bunları ekonomik kalkınma hamlesini başlatacak, gelir dağılımındaki bozuklukları düzeltecek, yoksulluğu ortadan kaldıracak, küskünlükleri giderecek; birleştirici, kucaklayıcı, toplumsal barışı temin edici, kurumlarla yurttaşlar arasında güven sağlayıcı, yeni ve dinamik bir siyasi irade gerçekleştirebilir.”

Türkiye’nin bugünkü hali çok daha fazlası ile tam da budur. Mustafa Fazıl Paşa’nın tavsiyelerine kulak ve

reklam

YORUM ALANI

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.