Advert
Advert
SON DAKİKA
Advert

KARA GÖRÜNÜYOR !…

Son Güncelleme :

19 Nisan 2022 - 3:16

reklam
KARA GÖRÜNÜYOR !…
reklam

KARA GÖRÜNÜYOR !…

Eski çağlarda, uzun yolculuklardan sonra bir geminin içinde bunalmış, umutlarını yitirmeye hazır gemicilere bir kara parçasına yaklaştıklarının müjdesini önce deniz kuşları verirdi. Kuşları gördükleri zaman karaya yaklaştıklarını anlarlardı.
Biz de hırpalanmış bir gemiyle fırtınalı uzun bir yolculuktan geliyoruz. Darbelerden, iç savaşlardan, devlet çetelerinden, işkencelerden, cinayetlerden, intiharlardan, yüzlerce insanımızın ölümünden, KHK’larla mesleğinden/işinden/ekmeğinden olan iktidarın eski ortağı FETÖ’cü kumpaslardan, darbe girişimlerinden, fakirliklerden, yasaklardan, yolsuzluklardan geçe geçe geliyoruz. Ambarında hortlaklar saklayan hırpalanmış bir gemi gibi geliyoruz.
Maceralı yolculuğumuzda güzel günlerimiz, karaya yaklaştığımızı sandığımız mutlu zamanlarımız oldu. Ama mutluluktan çok mutsuzluk, özgürlükten çok baskı, zenginlikten çok fakirlik, neşeden çok ızdırap gördük.

Siyasi gündemimizde hep aynı başlıklarla yașamaya devam ediyoruz. Kutuplaşma, ötekileştirme, askeri darbe, sivil darbe, kimileri için “ögörülmüş derbe”, laiklik, millilik, yerlilik, bölücülük, firsatçı ittifaklık vs… Aynı yalanlar. Aynı sahtecilikler, Aynı kurnazlıklar, Aynı yolsuzluklar, Aynı tehditler. Aynı korkular. Aynı böbürlenmeler. Aynı zayıflıklar. Aynı kavgalar.

Zaman yanımızdan sanki bize dokunmadan akıp gidiyor. Yarına bir türlü ulaşamıyoruz. İçine gömüldüğümüz çatlağın tepesinde yarın sevecen bir gülümsemeyle bize bakıyor. Güçlü bir elin uzanıp bizi bulunduğumuz yerden yıllardır beklediğimiz yarın’a çekmesini bekliyoruz.

Mütevekkil, alışkın ve aldırmaz bir bekleyiş. Ne fakirlik telaşlandırıyor bizi, ne acı, ne ölüm. Yıllardır aynı sabaha uyanıyoruz. Sanki hiçbir şey değişmiyor.

İnsanlarımız hep susuyor. Zamanı yitirmiş bir kavmin korkunç sessizliği içinde. Aynı budalalıklar. Aynı yenilgiler. Aynı laflar. Aynı fetvalar. Aynı muhtıralar. Aynı kurnazlıklar. Aynı yalanlar.

Zaman atının sırtında hep yarına koşan kavimler bizi aralarına almıyor. Alaycı ve aşağılayıcı bir ifade hepimizin yüzünde. Ve, bize, hep aynı günde yaşamanın ne kadar büyük bir talih olduğunu anlatanlar, “artık bir yarınımız olsun” demeyi ihanetle bir tutanlar, içine hapsolduğumuz zaman çatlağından çıkarsak mahvolacağımıza bizi inandırmak isteyenler, her fırsattan yararlanarak ülkeyi dünyadan koparmaya çalışan, yıllarca omuz başında sessizce beklediği önderine tuzak kurmuş iktidar açlığıyla kıvranan politikacılar.

AZ GİTTİK UZ GİTTİK DERE TEPE DÜZ GİTTİK
”…bir de döndük baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz.” diye son bulur bu tekerlememsi vacizemiz. Evet, vurduk, kırdık, yıktık, parçaladık, yaktık. Hem de ne yaktık! Bir kül olduk bir tükendik, hırçınlaştıkça saldırdık. Bazen de sevdik, biraz da duygulandık ama hep bir şeyler eksik kaldı. Hep bir yanımız eksik kaldı, hep bir yarım kadı. Hep bir istemediğimiz grilikle karşı karşıya kaldık.
Ne yaparsak yapalım? Daldan dala konsak da, kendimizden diyar diyar kaçsak da… Az gitsek uz da gitsek bu geldiğimiz yer neresidir?
Geldiğimiz yer yokluklar krallığından başka neresidir?
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kemalizm, İslamcılık, ülkücülük, solculuk kültürel ya da ideolojik köken üzerine kurulu tepkilerle siyasallaşmaktan öteye geçmedik.
Aralarımızdaki çatışmalarda Batı’yı, Batı modernliğinin kurumlarını parçalı ve keyfi olarak ele aldık, referans haline getirdik. Mağdurlar birey haklarından, diğerleri devletten söz etti. Biri birey hakkından hareketle bireysiz kamu düzeni söylemini, diğeri farklılaşmayı reddeden insansız bir çağdaşlık söylemini yücelti. Siyaset ise kişi ve kurumların durumlarına göre bu iki uç arasında pozisyon değiştirmeleriyle can buldu.
Bu düzende, bu zihniyette yerel ve yerli değer aslında mahalli; evrensel değer ise yerel oldu… Geçmişimizi, geleceğimizi, sağımızı, solumuzu, önümüzü, arkamızı ve de hiç kuşkusuz omzumuzu tüm ağırlıkları ile meleklere bırakmışızdır biz. Onlar belirlerler yazgımızı. Şeytanlaştırırlar, hiç şeytanlaşmadan. Akça pakça, kirlenmeden.
Âşık Mahzuni Şerif dediği gibi: Bitmez kadere inandık/ İnandık inandık yandık/ Hep şükürü biz öğrendik/ Bir beyde şükür göreydim/ Göreydim o gün öleydim /
Bir yalanın kuyruğunda, yalnızlığın zirvesinde ve hiçliğin tüm aşamalarında ziyan olmuşuz. Köksüz bir can misali… Bir oraya bir buraya debelenip duruyoruz. Varla yok arasında, isimsiz şehirlerde kaybolmuşuz, susuz köylerde yanmışız, harap olmuşuz gibi…
Şimdi, bütün bu kimlik ve ideolojik şablonlarımızın dışına çıkıp “neden böyle?” diye düşünmemiz gerekiyor. “Vatan için” birbirimizle coşkuyla kavga ederken bakıyoruz ki, vatanımızı gelişmiş ülkeler seviyesine çıkaracak bilgileri, yöntemleri, kurumsal ve hukuki sistemleri bir kenara atmışız. Hamaset, öfke, karizma, nefret, sevda duyguları zihnimizi böylesine istila etmiş.
NEDEN BÖYLE ?

Hatırlanacağı gibi, savaş tarihindeki en unutulmaz hile, kuşatılan kalenin önüne bırakılan büyük tahta attır. Kaledekiler atı içeri aldıklarında, atın içindeki askerler dışarı çıkıp, kapıları kuşatmacılara açarlar. Kaledekilerin güçlü direncini kırarlar böylece.

Bugün, Türkiye’yi çağdaş dünyanın bir parçası yapmak, evrensel adaleti Türkiye’ye taşımak, devleti halkına emir veren bir aygıt olmaktan çıkartıp onu halkına hizmet veren bir aygıta çevirmek istiyenlerin kalesine girmiş, OHAL şartları altında referandum’da bir dolu şaibe eşliğinde kıl payı ve toplumun topluca onayını hiç aramaksızın, “Başkanlık atı”nı alıp Üsküdar’ı geçen bir Truva atı var.

Bu ucube sistemde, kaptanlık eğitimi olmayan bir kaptanla okyanusun ortasında, hangi istikamete gittiğini bilinmeyen bir gemiye binmiş insanlar gibiyiz. Kimimiz hemşehri derneklerinin kopartmanında, kimimiz tarikatların, kimimiz bir siyasi partinin, kimimiz dinî yahut seküler bir cemaatin. Yanlış yoldaki geminin küflü ambarında farelerle seyahat etmeyi, istikameti korumak adına soğuk sularda kulaç atmaya tercih ediyoruz. Güvenlik ve rızık endişeleriyle hürriyetimizden vazgeçiyoruz.

Bizimki gibi ‘yığınla yurttaş olamamış’ toplumlarda tedhişin nasıl kullanışlı bir yönetim aracı olduğunu gören idareciler kendilerince yeterince güçlü hissettikleri anda bu zaafımızı istismara başlıyorlar. Ölçeği büyütüyor, dini cemaatlerden derneklere, üniversitelerden ticarethanelere kadar her toplumsal birimi yönlendirmeye çalışıyorlar. Toplumu, motor tasarlayan makine mühendisleri gibi tasarlamak, sosyal birlikteliğin bütün mekanizmalarını, bütün çarklarını “ayarlamak” istiyorlar. Sadece bir sosyal grubu değil, bütün toplumu baştan aşağı dizayn etme, geminin istikametini tek bir yerden zorla tayin etme çabaları için kullanılıyorlar.

Krizlerle boğuşan, öngörülemez bir ülke öngörülemezlikte ve aslında bilinmezlikte kendisiyle yarışıyor. O kadar bilinmez ki iktidar bile ne yapacağını bilemiyor… Mükemmel sistemimizin, hızlı ve seri karar alan modelimizin başarısını yaşıyoruz. Dolar bile nereye gideceğini bilemiyor bu sayede… Ve zaten kim biliyor ki nereye gideceğini?
Doğduğumuz coğrafya kaderden çok şansımızı belirliyor. Bu şans yürürken düşülen çukur, kafaya çakılan tuğla, önünüze çıkacak palalı katil, en yüksek puanı alıp kumpasla elenmek, parasızlıktan intihar etmek olumsuzluklarını içerebileceği gibi, hiç çalışmadan birkaç maaşa bağlanmak, pudraşekeri çekip varaklara bulanmak, arkeolog olup Merkez Bankası’na atanmak, milyarlara milyar katmak gibi talih kuşu konuşları da kapsayabiliyor.
Bu yolsuzluk, likayatsizlik, toplumu tepeden tırnağa tasarlama çabaları, istenen işe yaramamakla beraber toplumda (nasıl neticelere gebe olduğu belli olmayan) derin travmalar yaratıyor, yusyuvarlak ve kıpkırmızı olsun diye genetiği ile oynanınca rayihasını kaybedip kanserojen hale gelen domates gibi, dışı parlak içi hastalıklı bir toplum üretiyor.
Tabi bu durum yine de toplumla ilgili düşünmeyi, öneriler sunmayı bırakmamıza yol açmamalı. Toplum mühendisliği başka bir şey, iz’an sahibi bireylerin itiraz ve teklifleriyle toplumsal yapıyı değiştirmeye çalışması başka. Zorbaca dayatılmadığı sürece bir fikir sunan herkesin teklifleri dikkate alınmalı. İnsanlarımızı “elimden ne gelir ki” yılgınlığından kurtarmak zorundayız.

İNSANLARIMIZI “ELİMDEN NE GELİR Kİ” YILGINLIĞINDAN KURTARMAK

Yolunda gitmeyen şeyleri düzeltebileceğimize dair inancımızı yeniden canlandırmalıyız. Toplumun dönüşümünün organik şekilde, yani ahlaki mesuliyetlerinin şuurunda, aydın, bilgili ve zeki fertlerin katkılarıyla gerçekleşmesi lazım. Toplum karşısında ferdi her açıdan güçlendirmemiz, hem fikir hürriyeti hem mülkiyet hakları noktasında hukuki kalkanlara kavuşturmamız şart. Kendimizi toplum mühendislerinin insafına bırakmayıp hayatımızın dizginlerini elimize almamız gerekiyor.

Siyasette rasyonellik, müzakere, uzlaşma ve işbirliği zihniyetini geliştirmek zorundayız. Bu açıdan Millet İttifakı ve 6 Partili ortak çalışmalar umut vericidir. Türkiye uçlardan, radikalizmden, partizanlıktan sakınarak güçlü bir “merkez” inşa etmek zorundadır; hem toplumsal anlamda hem devlet kurumlarının hukuk statüsü ve liyakat kalitesi anlamında…
Niye Almanya’da, Japonya’da siyaset bizdeki gibi “kefen, ölüm, hainler, teröristler, alçaklar” söylemiyle yürütülmüyor? Niye iktidar değişikliği gelenler için “ganimet”, gidenler için “kazanımların kaybı” olmuyor?
Bu siyasi kültür sorunu ya da zihniyet problemi bizim fay hatlarımızdan geliyor. Yüz yıl önceki kavgalarla siyaset yapmak.
Türkiye’de de demokrasiyi “yöneten demokrasi” olarak düşünmek zorundadır: Sağlam hukuki kurumlar, siyasi istikrar, temel hak ve hürriyetler… Sağlıklı iktisadi büyüme için de bu şart.
Belki çok zeki bir ulus değiliz. Ama onların sandığı kadar zekasız olduğumuzu da sanmıyorum. Çok acılar yaşadık, çok kandırıldık, çok dolandırıldık, çok ezildik, çok hakaret edildik (“illet”, “zillet, “teröriste ittifakı”, “Pontus”…. yaftalamalarla). Bu halk, artık insanca yaşamak istiyor. Her şeyden önce barış kardeşlik ve eşitlik talep ediyor. İtilip kakılmadan, horlanmadan, aşağılanmadan, soyulmadan, teslim olmadan, boyun eğmenden, sürünmeden, el etek öpmeden, insana yakışır ve onurlu yaşamak istiyor.

Gerçekler ortada. Son anketler de gösteriyor ki artık Türkiye’nin tek adamlık anlayışıyla yönetilmesine, halkın devletten maaş alanların kurduğu bir oligarşinin boyunduruğunda yaşamasına olanak tanımıyor. Bu gelişmeyi durdurmanın, halkı “çağdaş hukukun, insan haklarının, demokrasinin” onun aleyhine olduğuna ikna etmenin pek imkânı yok. “Üstünlerin hukuku mu hukukun üstünlüğü mü?” tartışmasını yapmakla meşgul olan insanlarımız, eskiden olduğu gibi sahte korkulara kapılarak kendi doğal haklarından vazgeçmeye, bütün ömürlerini sefaletle, baskı altında geçirmeye razı olmuyorlar artık.

Ve kuşlar uçuyor. Yeni bir yaşamın habercileri dolaşıyor geminin üstünde.

KARAYA YAKLAŞTIĞIMIZI HABER VEREN DENİZ KUŞLARI DOLAŞIYOR GEMİNİN ÇEVRESİNDE

Biliyor musunuz, “kara”nın yakında olduğunu haber veren kuşları biz ne zaman görmeye başladık? 31 Mart seçim kampanyasında “beka” sorunu yaşıyoruz diye bağıranların çığlıkları halk arasında gülümsemeyle karşılandığında. Yaşadığımız bunca kumpas senaryo belalarından sonra, bu sözlere pek inanan kimse çıkmıyor artık. Önce ülkenin düşünce iklimi değişti. Tabular, ‘insanlarımız’ın zihinlerinde parçalandı. Türkiye’nin ruhu değişti. Baskıdan sıkılıverdi milyonlarca insan. “Kara görünüyor!” müjdesine yaklaştığımızı haber veren kuşlar ruhumuzdaki bu değişimden havalanıyor böyle…

Hortlaklarımız, yıllarını ambarda geçirdikleri, halkı hiç ciddiye almadıkları, bizi bir mazohist grubu sandıkları için ne kuşları görebiliyorlar, ne karanın kokusunu alabiliyorlar.

Ve kuşlar uçuyor. Yeni bir yaşamın habercileri dolaşıyor geminin üstünde.

Yakında, gözcünün yıllardır beklediğimiz müjdeli sesini duyacağız: “Kara göründü.”

reklam

YORUM ALANI

Anonim 19 Nisan 2022 / 08:16 Yanıtla

Bastan sona okudum Başkanım bizim düşüncelerimize tercüman olmuş ve kaleme almışsınız kaleminize yüreğinize sağlık tek kelimeyle muhteşem bir yazı olmuş 🙏🙏🙋‍♀️👏👏🦋✌🇹🇷

💝 You have unread messages (3) Wendy! View Messages: https://letsg0dancing.page.link/go?hs=fc2432bac058c899b7a0134d969e45aa& 💝 6 Temmuz 2022 / 22:42 Yanıtla

1yfl33

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.